18 Şubat 2018 Pazar günü, günlük gazetelerimizden biri; "Türkiye Akşemseddin Hazretleri'ni arıyor" diye manşet attı. Böylece; bize, geçmişten bugüne ve geleceğe ışık tutan bir hatırlatma yaptı.
Millet penceresinden baktığımızda Türk tarihinde, ümmet penceresinden baktığımızda İslam tarihinde; kadim geleneğimiz haline gelen bir gerçek var. Genelde kültür ve medeniyet mücadelelerinde, özelde bilumum cephe savaşı dönemlerinde; "siyasal iktidar"ın temsilcisi olan "emir"in (hükümdarın) iradesi ve izânı, "sosyal iktidar"ın temsilcisi olan "alim"in ilmi ve irfanı, "ekonomik iktidar"ın temsilcisi olan "tacir"in (sermayedarın) gücü ve imkanı, aynı amaçta ve istikamette birleşiyorlar.
Rahmet ve merhamet elçisi olan Hazreti Muhammed (sav); kendi tebliğ ve tebşir dönemindeki savaşların büyük çoğunluğunun içinde ve başında bizzat yer alıyor. Zaman zaman, ciddi denebilecek düzeyde yaralandığı; hatta ölüm tehditleriyle ve tehlikeleriyle yüz yüze gelip, kıl payı kurtulduğu oluyor.
Türk hakanları, Selçuklu sultanları, Osmanlı padişahları; ordularının başında sefere çıktıklarında, cepheye, ilim-irfan ehli hocalarıyla birlikte gidiyorlar. O bilge kişiler, bir yandan askerin moral ve motivasyon rehberi oluyor; öte yandan, kılıçlarını çekip sıcak savaşın içine giriyorlar.
Milli Mücadele yıllarında, İstiklal Harbi'nin her bakımdan zor ve çetin şartlarında; hem sahada, hem cephede, hem de Gazi Meclis'in mebusları içinde müftülerin, müderrislerin, tarikat şeyhlerinin bulunduğunu biliyoruz. Camilerin ve mescidlerin, tekkelerin ve zaviyelerin, mekteplerin ve medreselerin; birer kale yahut karargah gibi, çok önemli görevler üstlenip, alınlarının akıyla yerine getirdiklerini görüyoruz.
Bizim tarihimiz; böyle örnek ve öncü şahsiyetlerin, destanımsı hikayeleri ile dolu. Dün Fırat Kalkanı, bugün Zeytin Dalı operasyonları; işte o ulu çınarın, geçmişten geleceğe uzanan dalı.
İSTANBUL'UN "FATİH"İ KİM?
Yukarıda adını anmış olduğumuz, rahmetle ve minnetle yad etmekten şeref duyduğumuz Akşemseddin; Osmanlı döneminin meşhur alimlerinden, tarikat şeyhlerinden ve Fatih Sultan Mehmet Han'ın güzide hocalarından biri. Ayrıca, Molla Hüsrev ve Molla Gürani ile birlikte; "Peygamber müjdesi"nin muhatabı olma sevdasıyla yanıp tutuşan "Fetih Ordusu"nun gönüllü ve silahlı askeri.
Kalemini bırakıp kılıcını kuşanarak, arslanlar gibi cepheye giderken; müritlerine de açık ve net bir mesaj veriyor, "Beni seven arkamdan gelsin" diyor. Öte yandan, dönemin diğer tarikat şeyhlerine de mektuplar gönderip; müritleriyle birlikte, bu kavli ve fiili duaya bizzat iştirak etmelerini istiyor.
Fetih Ordusu, Topkapı surlarından içeri girerken; Fatih'in yanı başında, işte o Akşemseddin Hazretleri var. Kendilerini karşılamak için yollara dökülen Bizans halkı; atının üzerindeki görkemli duruşuyla dikkatlerini çektiği için, Padişah zannedip ellerindeki çiçekleri O'na uzatıyorlar.
Hoca, atının dizginini geri çekip, talebesini işaret ederek; "Fatih odur, çiçekleri ona verin" diyor. Talebe, kendisine yönelen halkı geri çevirip, tekrar hocasına göndererek; "Fatih benim, ama beni yetiştiren hoca odur" cevabını veriyor.
İLİM-İRFAN EHLİ NEREDE?
Şimdi, bir aydan daha fazla süredir; yeni bir sıcak savaşın içindeyiz. Ordu-Millet el ele; sınırlarımızın ötesinde, kendimiz ve yerinden-yurdundan edilmiş kardeşlerimiz için, kalıcı huzurun ve güvenin peşindeyiz.
Ordumuz ve emniyet teşkilatımız; kelimenin tam anlamıyla, destanlar yazarak ilerliyorlar. Cepheden geri gelen şehitlerin ve gazilerin anaları, babaları, eşleri, çocukları; acılarını içlerine gömüp, "Vatan sağolsun" diyebiliyorlar.
Sivil halktan, büyük bir ilgi ve destek var. Herkes kendi diliyle ve haliyle, çok çeşitli katkı ve katılımlarda bulunuyorlar.
Fakat, "ilim-irfan ehli" diye bildiğimiz üniversite hocalarımızdan, şöhret olmuş aydın ve sanatçılarımızdan, kitleleri etkileme gücüne sahip tarikat şeyhlerimizden, toplumun itibar ettiği kanaat önderlerimizden; ufak tefek istisnalar dışında, kayda değer bir çıkış göremiyoruz. Yedi düvelin dayanışma içine girerek siyasi ve ekonomik, askeri ve diplomatik, bilimsel ve teknolojik cephelerden habire saldırıp önümüzü kesmeye, sesimizi kısmaya çalıştığı günlerde; "sivil ordu"larımızın, bu derin sessizliğine ve hareketsizliğine bir anlam veremiyoruz.
Madem ki, "milli mutabakat" dönemi; bütün hücrelerimizi, dokularımızı, organlarımızı, organizmalarımızı harekete geçirmeliyiz. "Kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela" olan emperyal güçlerin karşısına; "her biri bir orduya bedel" kahramanlar gibi dikilmeliyiz.
Rektörlerimiz ve Dekanlarımız, öğretim üyeleri ve üniversite öğrencileri nezlinde bir "seferberlik çağrısı" başlatarak, "Kalemlerimizi kutularına koyduk, kılıçlarımızı kınlarından çıkardık" deseler; tarikat şeyhlerimiz müritleriyle, kanaat önderlerimiz muhibleriyle birlikte yollara düşüp, "Önce Afrin'e, sonra Mümbiç'e" doğru yürüseler; "eğitim ordusu"nun öğretmenleri ve idarecileri, bağlı bulundukları sivil toplum kuruluşlarının önderliğinde ortak eylem yaparak, "Ülkemiz ve toplumumuz için kalıcı huzur ve güven sağlanıncaya kadar, sınıflarımızda başladığımız görevlerimize sınırlarımızda devam edeceğiz" mesajını verseler; sizce de harika olmaz mı? Bu muazzam duruş ve direniş iradesi karşısında; cümle küffar, olduğu yerde çakılıp kalmaz mı?
Hasılı, hep birlikte; "Afrin'in Akşemseddinleri"ni arıyoruz. Biraz da haddimizi, hududumuzu zorlayarak; "Bugün değilse ne zaman ağalar, beyler?" diye soruyoruz.