Dini hayatın ana konularını iman, amel ve ahlak şeklinde tasnif etmek yaygın bir alışkanlıktır. Bu tasnifin tam olarak ne zaman ortaya çıktığı hakkında görüş ayrılıkları bulunsa bile çeşitli hadis-i şerif ve ayet-i kerimelerden hareketle böyle bir tasnifi delilendirmek mümkün görünüyor. Ehl-i sünnet içerisindeki bir kanat bu tasnifi benimsemiş, buna bağlı olarak din bilimleri (ulum-ı diniyye) bu eksende sınıflandırmak istemiştir. Bu meyanda kelam ile fıkıh şeklinde iman ile amelin ayrışmasını kurumsallaştıran tasnif ehl-i rey (akılcılar) diye kabul edilen gelenek içerisinde ortaya çıkmıştır. Bu tasnif bazı çağdaş araştırmalarda 'normatif' yani norm oluşturan ve norm koyan bilimler olarak kabul edilir. Böyle bir adlandırma söz konusu bilimlerin bilgi anlayışlarının temelinde teklifin yer almasıyla ilgilidir. Bu bilimler, dini metinleri insanın Tanrı karşısında yükümlü olmasını dikkate alarak okurlar, herkes için geçerli yükümlülükleri tespit etmek için çalışırlar, vardıkları sonuçları da kurallar manzumesi şeklinde tespit ederler. Bununla birlikte fıkıh ve kelam şeklinde ortaya çıkan ilk ciddi ayrım bütün müminlerce kabul edilmez, özellikle daha geleneksel bir tutumu temsil eden hadis ehli için böyle bir ayrım anlamsızdır. Onlar, Hz. Peygamber'den gelen geleneğin kendi içinde bir ayrıma gitmeden bize iman, amel ve ahlakı verdiğini kabul ederek sistematik ve metodolojik bir arayışı doğru bulmazlar. Bu nedenle böyle taksimlerin belirli bir gelenek dahilinde dikkate alındığını bilmek gerekir.
Bununla birlikte ikili tasnif içinde de ciddi sorunlar vardır. Çünkü bu ikili tasnif, itikat ve amel alanındaki meselelere odaklanmış iken üçüncü bir alanı içermezler. Üçüncü alan ahlak, yani ibadet ve iman konularına tam olarak girmeyen kendi içinde bir tasnif ve sıralaması olan konuları içermez. Ahlak bahsini hangi disiplinin ele alacağını, dini metinlerde ahlakla ilgili konuları kimin ele alacağını bu tasnif göstermiyor. Bu nedenle din bilimlerinin böyle ele alınmasında ciddi bir eksiklik ortaya çıkarken aynı zamanda din telakkisi de iki temel konuya dayandırılmış olur. Dini düşüncede ihya ve tecdit denilince akla gelen en önemli isimlerden sayılan İmam Gazali'nin din bilimlerine yönelik eleştirisinin temelinde ahlakın ihmal edilmişliği sorunu yer alır. Vakıa bir dini hayat meselesi olarak ahlak din bilimleri içerisinde nerede durur? Gazali'nin tasavvuf ile ilişkisi tam olarak burada görünse bile, sorunun cevabı öyle kolay verilebilecek bir cevap da olmamıştır. Her şeyden önce ahlak gündeme geldiğinde, öteki bilimlerin norm koyucu yanı zayıflamaya başlar. Çünkü din bilimleri görece nesnellik üzerinden hareket ederek normu herkes için genelgeçer bir ilke şeklinde tespit etmeye çalışırken ahlak alanında böyle bir nesnellik zemini bulmak güçtür. Müslüman toplumun uzun bir zaman diliminde kesinlik ve nesnellik ilkeleriyle oluşturmaya çalıştığı kurallar ahlak ile birlikte yön değişimine uğrar, özellikle ibadetler alanında ciddi bir sorun ortaya çıkar. Bu nedenle Gazali'nin dile getirdiği yaklaşım fakihlerce tam olarak kabul edilmiş değildir. Onun ahlak anlayışı fıkha yeni bir kavram eklenmesini iktiza ediyordu: Fıkh-ı batın! Fıkh-ı batın fıkhın bir kısmının 'zahir' kabul edilmesiyle birlikte, bu zahirin iç yüzü, hakikati gibi bir takım kavramların öne çıkması anlamına geliyordu. Kavramlaştırmanın yol açtığı en önemli sorun fıkıh kavramındaki bu bölünme idi. Bu meyanda dini hayat içerisinde öteden beri böyle bir batınılık arayışı, daha çok da bunun yol açtığı sorunlar vardı. Fıkıh alanında hakikat ve batın aramak bir gereklilikti çünkü herkes dini hayatın şekilsel bir takım ritüellerden ibaret olamayacağını anlıyordu. Bu nedenle başından beri dinde hakikat, meselenin iç yüzü veya gerçeği gibi bir takım kavramlarla hükümlerin başka fakat daha mühim bir cephesine yönelik bir ilgi ortaya çıkmıştı. Haddi zatında hadisler ve ayetler de böyle bir ayrımın zemini idi. Bu sayede bizzat naslar insanın dikkatini görünenin ardında bulunan 'hakikate', batına, anlama çekiyordu. Binaenaleyh Müslümanların bazen sistematik ve tutarlı bir şekilde bazen doğal bir refleksle kuraldan kuşkuya kapılarak 'dinin hakikatini' aramaları anlaşılır bir durumdur. Fakat din içinde 'hakikat' diye bir şeyi aramak, görünen ile görünmeyen diye bir bölünmenin doğmasına yol açarken insanların dikkatleri de bilinmeyen hakikate dönmek zorunda kalır. Bunun neticesi ise ibadetlerin içinin boşalması, yükümlülük anlayışının zayıflaması gibi Müslüman toplumu derinden sarsan bir takım gelişmelerin yaşanmasıydı. Normatif gelenek dahilinde batıniliğe yönelik kaygının temel nedeni bu idi. Uzun bir zaman diliminde şekillenen standart kurallar batini yaklaşım nedeniyle ortadan kalkabilir, en azından ciddi bir derecede zayıflayabilir, Müslümanların gözünde 'kurallar' anlamsız, en azından geçici bir zaman zarfında lazım olan bir şey olarak kabul edilebilirdi.
Normatif geleneğin endişesinin nedeni böyle bir tecrübenin yaşanmış olmasıydı. İkinci asırdan itibaren ortaya çıkan züht hareketlerinde İslam toplumu büyük bir eleştiri ve tepki ile karşı karşıya kaldı. Eleştiri yeni şehir yaşamında ortaya çıkan değerler, toplumsal yapı ve din-değer anlayışına yönelikti. Zaman içinde meselenin en çok refah eleştirisi kısmı akılda kalmış olsa bile, gerçekte züht eleştirisinin nirengi noktası kuralcı din anlayışına yönelik eleştiri idi. Bu yönüyle başta kelam olmak üzere, fıkhın ortaya koyduğu standart kurallar, zahitlerce anlamsız ve boş kabul edilmiş, dinin hakikatinin bunların ötesinde bir yerde bulunduğu dile getirilmişti. İbadetler ile ahlak arasındaki ilk gerilim bu şekilde ortaya çıkmışken, fakihler ahlaka karşı ibadetin sürekliliğini ve zorunluluğunu savunmak durumunda kalmışlardır. Bunun sonucunda ise tasavvuf kendi içinde yeni bir sürece girmiş, sünni tasavvuf diye isimlendirdiğimiz 'ibadete dayalı ahlak' anlayışı şekillenmeye başlamıştı. Her halükarda Müslüman toplumda ahlakın mahiyeti ve ibadetlerle ilişkisi sorunu hiçbir zaman tam olarak çözülememiş, hali hazırda da ciddi bir sorun olmaya devam etmektedir.
Ekrem Demirli