"Aşkla ve Âdâbıyla…"
Önceki yazımızda, ezan gibi son derece ulvî ve şerefli bir vazifeyi ve aynı zamanda ibadeti ifa ederken bir müezzinin hangi vasıflara sahip olması gerektiği konusuna değinmiş ve daha ziyade maddi şartlar üzerinde durmuştuk.
Ezan ile ilgili bu son yazımızda ise müezzinin, taşıması gereken manevi şartlardan, talip olması icab eden manevi donanımlardan söz etmeye çalışacağız.
Yazımızdaki alt başlık, bu işin aşkla ve âdâbına uygun şekilde olmasını öngördüğü gibi aynı zamanda işin manevi tarafına da işaret ettiği kanaatindeyiz.
MÜEZZİNİN SAHİP/TALİP OLMASI GEREKEN MANEVİ ŞARTLAR
Hz. Ebu Bekr'e (ra) nisbet edilen "Ezan, bu dinin şiarıdır" sözü, zaman içinde İslam coğrafyasında yaygın bir anlayışa dönmüş ve kurban, Safa-Merve, hilâl… gibi, ezanın da "İslam'ın şiarı" olduğu, genel bir kabul haline gelmiştir. Dolayısıyla o, duyulduğu zaman insanların derlenip toparlandığı, elindeki işe bir süreliğine ara verildiği, sözlerinin tekrarlandığı, namaz için hazırlık yapılacak zamanın geldiği gibi bir işaretin alındığı, kısacası hayatımızın içinde var olan bir semboldür. Yine onun semada yankılanan sözleri, bir beldenin Müslüman olduğunun en manidar göstergesidir.
Kur'an-ı Kerim'de, "Evet bu böyledir. Kim, Allah'ın "şiar" olarak belirlediği hususlara saygılı davranırsa bu kalplerdeki takvanın göstergesidir." (Hacc, 32) buyurulmakta ve dinin sembollerine saygının, "takva" ile derin ve yakın ilişkisine dikkat çekilmektedir. O halde, kaynaklarda "müezzinin takva sahibi olması" gerektiğine dair bilgileri de ayetler ve konuyla ilgili hadisler çerçevesinde ele aldığımızda şu neticeye ulaşmak mümkündür: Müezzin, vazifesine saygılı ve takvâ sahibi biri olmalıdır/olmaya çalışmalıdır.
Dinin sembollerine saygılı davranmak, doğuştan gelen bir durum değildir. Bilgi ve tecrübeyle; terbiye ve telkinle sonradan kazanılır. Kişinin gönlündeki takvâsı ona bu işi kolay kılar. Takva'yı kısaca "Allah'a karşı kulluk şuuruna sahip olmak" şeklinde anlayabiliriz. Böylece, "O'nun emir ve yasaklarına karşı saygılı olmak, bu emir ve yasaklar hususunda hassasiyet göstermek, yasaklarına yaklaşmak ve işlemekten çekinmek/korkmak" gibi sonuçlara ulaşırız. İşte her bir müezzin, okuduğu ezanda, o mübarek ve mukaddes sözleri, canlı-cansız her bir varlığa ilan ederken, yaşadığı hayatında da, müttakî bir kulun özelliklerini taşımalıdır. O zaman, okuduğu ezanda bir başka letâfet hissedilecek, bir başka manevî hava esintileri dinleyenleri mest edecektir. Kısacası, müezzinin gönlündeki takvâ, dinleyenlerin kalbine nüfuz edecektir!..
Müezzin, işini aşkla yapan biri olmalıdır.
Meslek hayatı boyunca, görevi sadece müezzinlik olan çok değerli nice hocalarımız vardır. Okudukları ezan ile gönülleri gaşyeden kimselerdir bunlar… Yaptıkları vazifeyi seven ve benimseyen, bir mabedde, her gün okuduğu ezanlarla Allah'ın adını semaya yükselten biri olmaktan büyük bir mutluluk duyan kişilerdir onlar… "Aşkınan koşan yorulmaz!" gerçeğinin tâ kendisi olan bu kıymetli insanların hayatlarını incelediğimizde, okumak üzere, mikrofonun başına geçtiği anlarda "sanki ilk defa okuyormuş gibi" bir heyecan ile o ezanı okuduklarını ifade etmektedirler. Böyle bir ezanı dinleyenler ise farklılığı hemen hissetmekte, müezzinin aşk ve şevk ile okuduğu ezandan etkilendiklerini belirtmektedirler. Anlaşılan odur ki, kişinin yaptığı işe duyduğu sevgi o işi farklı kılarken, bu iş ezan olduğunda çok daha farklı bir durum ortaya çıkabilmektedir.
Diyebiliriz ki, yapılan işte yaşanan tekrarlar, bir süre sonra "kanıksama" ve "sıradanlaşma" riskini taşır. Ancak müezzinin gönlündeki aşk, öylesine büyük olmalıdır ki, her defasında bu aşk, o riski, o ihtimali silip süpürmeli, yok etmelidir. Bu aşkın en değerli besin kaynağı ise Sevgili Peygamberimizin müezzinler için duaları ve onlar için müjdelediği yüce mertebeler olmalıdır.
Müezzin, ezanını edeple okumalıdır.
Ezan okumanın âdâbı hususunda kaynaklarda birtakım bilgiler vardır. Ancak bunlar daha ziyade bu vazifeyi icra ederken işin okuma (tilavet) taraflarını ilgilendirmektedir. Bizim üzerinde durmak istediğimiz husus ise şudur: Ezan okumak üzere mikrofonun karşısına geçen bir müezzin şöyle bir hâlet-i ruhiye taşımalı/taşımaya çalışmalıdır: "Bu mukaddes vazifeyi bana lütfeden Rabbime hamd olsun. Her şeyimle O'nun olduğum gibi sesimi de veren O… Okuma kabiliyetini bana bahşeden de O… O halde bunlar bana hep O'nun vergisi… Hepsi aslında bir emanet, sahibi ben değil, O…" Bu duygu ve düşüncelere sahip bir müezzin, kulluğunun kadrini ve haddini bilerek okur ezanını… Kendinde bir şeyler var olduğunu vehmederek değil, yokluğun zenginliğiyle okur o mübarek sözleri. Artık okuduğu ezanı sadece okuyan değil, dinleyendir. Sanki o sözlerle ruhunu besleyendir, müezzin… Böylece o, edeple okuduğu ezanıyla, kendi vazifesinin "ilan etmek"; tesirini sağlamanın ise Allah'a ait olduğunu bilir… Bu psikolojiyi içselleştiren ve kendine mal ederek hayatında uygulayan bir müezzinin okuduğu ezanda mutlaka bir tesir söz konusu olacaktır, kanaatindeyiz.
Bu başlık altında son olarak değinmek istediğimiz husus şudur: Osmanlı ecdadımız, sabah ezanlarını Sabâ makamında okumayı adet edinmişlerdir. Çünkü Sabâ makamı, lâhûti ve deruni bir özelliğe sahiptir. Kişiyi ürkütmeden ama derinden etkiler… Sevgili Peygamberimiz (sav) gece geç vakitte hâne-i saadetlerine geldiklerinde öylesine bir ses tonuyla selam verirmiş ki, ev halkı uyumuşsa bunu duymaz ve uykudan uyanmazmış; henüz uyumamışsa gelenin Efendimiz (sav) olduğunu anlarlarmış… İşte bu sünnet-i seniyye'nin ezana yansımasıdır, Sabâ makamı… O halde bir müezzinin sabah ezanını okurken, uyumakta olan bebeklerin ve küçük çocukların kulaklarına ulaşan ürkütücü bir ses tonuyla değil, şefkat dolu bir sadâ ve o latif makam ile okunmaya gayret edilmesi de kanaatimizce bir edep göstergesidir.
Son yıllarda gittikçe zayıflayan ezan okuma ve dinleme âdâbına riayet eden nesiller yetiştirebilmek niyazıyla, bu akşam idrakiyle şerefleneceğimiz mübarek Regâib Kandili'nizi tebrik ediyorum.
Prof. Dr. Mehmet Emin Ay