i. Kişinin, 'ben'i ile 'bendışı' arasında esâslı ayırım gözetmesini şart koşmayan, evrendeki gerek uzun gerekse kısa vadeli bütün süreçlerde gâyeliliği öngören, tarihin en eski devirlerinden beri çağlar çağı medeniyet aşamasına ister ulaşmış olsun, ister olmasın, az çok her toplum ile onun hemen her mensûbunun kendine de, başkalarına da bakışını biçimlemiş bulunan cancılığı içten yaşayan ve yaşatan bir zihniyettir.
ii. Gerek manevî gerekse maddî alanlardan elde edilmiş kavrayıcı, kucaklayıcı bilgiler bütününün kişide işlenip değerlendirilmesi yolu yordamı, sanatıdır.
Bilim, heyecânlarını, duygulanmalarını, özellikle duygusallıklarını bastırabilmiş araştırıcının, deney ile akılyürütme yoluyla 'nesnelleştirilmiş tabiat', demekki 'doğa' hakkında yaptığı tasvirlerden çıkarılan benzer vakıalara dair bilgiler arasındaki ilgilere dayanılarak kurulan teorileri tutarlı ve düzgün şekilde barındıran bir yapıdır. Bilim, böylelikle, tek boyutlu bir yapı özelliğini taşır. Bilim, geliştikce, dünyaya bakış açımız, başka deyişle, ufkumuz genişler; dünyaya dair malûmâtımız artar. Sözgelişi bundan yüzyıl kadar önce hücre çekirdeği hakkında bellibelirsiz görüş sâhibi olunmasına karşılık, bugün, değil hücre çekirdeğinin kabaca biçimi ile gördüğü işle ilgili bilgilere ulaşmış olmak, onun iç ile ince yapısını, taşıdığı kalıtım malzemesini olanca ayrıntısına dek tanıyoruz. Bu, bilimselliğin pekişip zenginleşmesi, böylelikle bilimin ilerilemesi, dolayısıyla da dünyaya dair bildiklerimizin bir akıl sistemi çerçevesinde artıp çeşitlenmesi demektir. Ancak, malûmât anlamında bu bilgi, bizlere yaşantı zenginliği kazandırıp bizleri olgunlaştırmaz.[i] Çünkü bilimsel bilgi, dışımda, bana mâlolmamış, mâledilemez bir olaydır. 'Ben' ile 'bendışı' arasındaki kapatılmaması gereken mesâfeli ilişkinin ifâdesidir. Yine bilimsel bilgi, merak ettiğim herhangi bir 'bendışı'nın çeşitli yanlarını yörelerini özümden bir şey katmaksızın, yoklamalarımdan devşirdiğim sonuçlardır. 'Ben', bu yoklamaların sonuçlarından belki bir ölçüde etkilenirim. Buna karşılık yokladıklarım, 'ben'den tamamıyla bağımsız kalırlar. 'Bilim sâhibi adam' şeklinde bir deyiş yok. Zirâ: Bilimsel araştırmama konu olan, bu araştırmalarımdan etkilenmediği gibi, 'benim' kişiliğimi de değiştirmez. Bilimsel araştırmalarda ilerileme kaydetmek, 'benim'i zenginleştirmez. Bilimsel araştırmalardan devşirdiğim sonuçları 'benim'e mâledemem. Çünkü bilimsel araştırma, doğal olaya ilişkin bir sayılama ve olayın mekanik resmedilmesi işidir. Gökdürbünle (Fr telescope) yıldızları, yıldızadalar ile başka birsürü gök cismini gözlemlediğimde, yaptığım iş, tesbit ettiklerimin gökbilimsel konumunu da kendi aralarındaki bağıntıları da matematik ifadelerle tasvir etmektir. Buna karşılık, göğü seyredalıp algıladıklarımın, duygu dünyama katkılarından bahsetmek; öyleki "'A' yıldızı, 'B'den daha parlaktır" yahut "'Z' gezegeni, 'Y'ye oranla yeryüzüne daha yakındır" türünden birtakım nitelemelerle yüklü belirlemeleri dile getirmek, bilimsel tutuma aykırıdır. Nitekim ilmî incelemelerin tersine, bilimsel araştırmada birey yerini takım çalışmasına, o da, gitgide kendikendini ayarlayabilen cıhaza —sözgelişi, özellikle bilgisayara— bırakmaktadır. Böylece araştırma, gittikce kişisiz (Fr impersonnel) bir iş olmak yolundadır. Bu da, bilim tutumuna tamamıyla uygun bir durumdur. Bir tuhaf tesadüfmü demeli? İlmîliğin esâsı olan cancılıkta savunulduğu üzre, bilimselliğin de temelinde bölünmemiş bir dünyaya dair tasavvur vardır.[ii] Ancak, ilmîliğin yaratmış olduğu tasavvur canlı dünyaya dairken, bilimselliğin ortaya koyduğu, canlı-olmayan cisimli evrene ilişkindir. Canlılar dünyasının tersine, canlı-olmayan cisimli evren, bize mekanikci nedenselliğe dayalı bir yasalılık hüküm sürüyor izlenimini verir. Aslında böyle bir yasalılık varmı, yokmu, bilemeyiz. Ama onu var kabul ediyoruz; yoksa, hesap yapamazdık. Hesabiçin belli bir düzen varmışcasına düşünmek gerekir. Cisimli evrendeki gelişmeler, her çeşit değerlendirmenin dışında kabul edilir. Başka bir deyişle, orada tekâmülden söz açılamaz. Çünkü bilim çerçevesinde yapılmış tesbitler, ilerileme, olgunlaşma türünden değerlendirmelere kayıtsız kalırlar. Bu bakımdan, cisimli evrendeki uzun vadeli gelişmeleri tekâmül yerine, evrim terimiyle adlandırıyoruz.[iii]
İlmî merakı olansa, olmayandan farklı, hattâ üstündür. Bu bakımdan ilmî zihniyet, kişici olduğu kadar, ayrıcalıkcıdır da.
Yarattığı dünya tasavvuruyla cancılığa değin geri götürülebilen ilim zihniyeti kişiyi temel almıştır. İlmî merak duyan; buradan hareketle araştırmalara girişen bir 'ben'dir. İlmî merakı olansa, olmayandan farklı, hattâ üstündür. Bu bakımdan ilmî zihniyet, kişici olduğu kadar, ayrıcalıkcıdır da. İlmî meraka neyin konu olup olmayacağı kişisel meşreb ile tavra göre değişiklik gösterir. Ayrıca, aynı araştırmayı yürüten iki ilimadamı, farklı meşreb ile tutumlarına göre, birbirlerinden az yahut çok değişik sonuçlara varabilirler. Araştırmayı bir kişi, bir birey olarak 'ben' yaptığıma bakılırsa, yine bir kişi, bir birey olarak 'sen'den farklı vargılara ulaşmam olağandır. Araştırmasını bir kişi, birey olarak 'ben' yürüttükce, araştırılanın nicellendirilmesinin yanında, nitellendirilmesi de her zamaniçin söz konusudur. Nitellendirmeyse, bir kere işin içine girdimi, 'ben'den incelenen 'bendışı'na birtakım unsurların karışması ve 'bendışı'ndan da 'ben'e —yânî, bana— kimi özelliklerin geçmesi doğaldır.[iv] Böylece ilmî çalışma hâlindeki kişi, araştırmalarından elde ettikleriyle, yalnızca bilgi dağarını sayıca genişletmekle kalmayıp aynı zamanda manevî haz da duyarak insan olarak kendini geliştirir. Sözgelişi bitkilerin büyüyüşünü inceleyen, ışık ile birtakım özgül organik bileşikler arasındaki ilişkileri matematik yoldan kaydetmekle yetinmeyip çeşitli ışık, gölge durumları ile bitkinin bunlara karşı gösterdiği tepkileri de seyre dalabilir. Bu seyrin yaratabileceği bir seziş, duyuş, içleniş var ki, burada bakan ile bakılan, seyreden ile seyredilen arasında içten içe bağ kurulabilir. İşte bu bildirdiklerimizin en açık örneklerini Johann Wolfgang von Goethe'nin optikle ilgili yazılarında görüyoruz: "Bütün tabiatı kaplayan renklerin çekiciliğinden etkilenmeyen pek az insan bulunsa gerek. Biçimden yoksun kalsa dahî, renkler yine de, göze hoş gelir ve ne olursa olsun, lâtif bir izlenim bırakırlar. Ne kadar önemsenmeğe değmez bir düzlük de olsa, tâze biçilmiş çayırın yalınkat yeşili bizleri ne de sevindirir; yahut az ötedeki kocaman tekdüze bir kütle şeklinde gözüken orman, gözü ne kadar da dinlendirir. Bütün bitkiler âleminin, bu alelâde yeşil kıyafetinden daha çekici olan, düğün sırasında büründüğü binbir çeşit renktir. Gündelik sıradan hâlini terkedip uzun süredir hazırladıklarını nıhâyet gözlerimizin önüne serer. Birdenbire hızla en yüce gâyeye yönelir. Artık nesillerin yarını, zürriyetin geleceği belirlenir; ve biz işte o ânda en tâze, diri ve nefis çiçeklerle, çiçeklenişlerle karşılaşırız. Rengârenk hayvanların, ormanlar ile çayırların yeniden dirilişi insanı mesteder! Kelebek çalıyı; kuşsa, ağacı ne de güzel süsler! Biz Kuzeyliler, bu manzarayı ancak hikâye edilenlerden tanıyoruz. Gezginin biri uçuşan ve ağaçlara tüneyip dallarda sallanan koskoca ve rengârenk papağanlarla dolu bir palmiye ormanından bizlere bahsettiğinde, masal dinliyormuşcasına hayran kalırız... Dünyayı oluşturan cisimlere renk çerçevesinde göz attığımızda, cisimlerin, belli birtakım değişmelerle birlikte görünüp kaybolan bu zor seçilebilir görünümlerin, hiç de öyle tesâdüf eseri olmayıp kalıcı yasalara dayalı bulunduklarını anlayıveririz. Birtakım renkler, kimi yaratıklara hastır. Böylece görünüme çıkan her değişme, özde olagelen bir değişikliğe işâret eder. Nitekim gülün solduğunu, renginin atmasından anlamazmıyız! Yine, ormanın büründüğü renk cünbüşü bizlere güzel günlerin uzaklaşıp zorlu mevsimin doludizgin yaklaştığını bildirmezmi?"[v]
Goethe'de gâyet veciz tarzda ifâdesini bulan sözünü ettiğimiz ilmî zihniyetin önemli bir temsilcisi de yüzyılımızın birinci çeyreğinde yaşamış filosof Rudolf Steiner, insanın yapılışını bizlere şöyle tarif etmiştir: "Yukarıda, dünyaya nufuz etmiş (Alm weltdurchdrungen) bakışlar; aşağıda, toprağa dönük etkinlik; ortadaysa, yer ile gök arası insan nabzı..."[vi]
"... Yeni bir evrim tasavvuruna, yeryüzü ile insanlığın geçmiş durumlarının yeni baştan tasvir edilmesine ihtiyâç duyulmaktadır artık. Söz konusu tasvir, oluşmuş şeylerin yanyana sıralanışının görünüşünü aktarmamalı; buna karşılık, oluşları boşandıran güçlerin doğrudan doğruya yakalamamızı sağlayacak, bizlere bütün oluşları (Alm alles Werden) kavratacak derin bir idrâka (Alm Einsicht) dayanmalıdır. Bütün yaratıklarıyla evren, yeryüzü ve insan, derinlere işleyen bir bakışla, evrim safhalarını gizleyen örtülerin aralanması sûretiyle gün ışığına çıkarılmalı. Manevî ilme (Alm Geisteswissenschaft) dayanan böyle bir evrim tasavvurunun (Alm Evolitionsbild), birçok sorunu çözmedeki kâbiliyeti şaşırtıcıdır..."[vii]
Zihniyet bakımından Steiner'in izinden yürümüş yüzyılımızın canlılar bilimi felsefecilerinden Hermann Poppelbaum, hayvanları insandan özce ayırmıştır: "... Maymunlar da içinde olmak üzre, yüksek örgütlenmişlik seviyesine ulaşmış bütün memeliler, sıkletlerini bedenlerinin her yanında duyarlar. İşte bu sıkleti kaldırabilmek, taşıyabilmekiçin yatay duruşta kalmak zorundadırlar. Nitekim insanda algıladığımız anlamda yukarı, aşağı çeşidinden konumlar onlariçin söz konusu değil. Kollar ile eller, yukarı yahut aşağı gibi değişik yönlere atfedilebilecek imkânlar olmak durumunu yitirip hayvanda yalnızca bedeni kaldırmağa yarar birer payanda özelliğini alır, farklı doğrultularda özelleşmiş âlet görevini görürler. Bunlar bedeni kımıldatmağa, yürütmeğe, koşturmağa, sektirmeğe, seğirtmeğe, sıçratmağa, asılıdurmağa, hamle yaptırmağa, uçurup yüzdürmeğe yarar toynak, tırnak, cırnak, pençe şeklinde tecelli ederler. Bütün beden parçaları arasında bir tek insan eli başkalaşıp ağırlık taşıma, yüklenme görevini üstlenmemiş, âletleşmeyip asıl hâlini korumuştur."[viii]
Kökleri İlk ile Ortaçağların kesintisiz, rastlantılara kapalı birlikli, bütünlüklü canlı, ruhlu bir âleme ilişkin tasavvurlar geliştiren çocuksu cancı dünyagörüşüne dek inmiş ilim zihniyeti, Onbeşinci yüzyıldan sonra gitgide gerileyerek yerini kendine maddeciliği temel alıp incelmiş (Fr raffine), bilgiçleşmiş (Fr sophistique) mekanikci—nesnelci—deneyci—positivci bilim anlayışına bırakmıştır. İlkinin derinlik boyutunu sonrakisi bir yana atarak yalnızca görünürlüğü (phenomenal olanı) ile uzamlılığını (Fr etendue) kabul etmiştir. Maddeciliğin sıyâset-toplum- iktisat yakasını dindışı-liberalist-merkantilist ideoloji, felsefe-bilim yanınıysa mekanikci nedensel sistemler temsil etmiştir. Mekanikci nedensel sistemlerin başını fizik-kimya bilimleri çekmiştir. Bunlar da doğal olarak dindışı-libera- list-merkantilist toplum-sıyâset-iktisat ideolojilerini benimsemiş ortamlarda boy atmışlardır. Ancak, sözü edilen ideolojileri benimsemiş devletler, yine bahsi geçen nedensel—nesnel—mekanikci—deneyci—positivci fizik-kimya bilimlerinin ortaya koydukları sonuçlardan da yararlanarak tarihte eşi görülmedik yayılma ve hâkimiyet sürecine girmişlerdir.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Hayatın Anatomisi – Canlılar Bilimi Felsefesi – Evrim ve Ötesi' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
[i] Nitekim Türkcede 'ilim sâhibi insan' diyoruz; bu da yukarıda söylenmek isteneni seçikce gözler önüne sermektedir.
[ii] Bkz: Ş. Teoman Duralı: "Canlılar Sorununa Giriş", 104. s.
[iii] Bkz: Ş. Teoman Duralı: "... Aristoteles'in Canlıya ve Canlının Evrimiyle ilgili Düşünceleri...",
331. s.
[iv] Sunulmuş açıklamaların ışığında insan ile ona ilişkin belirmiş tarih ile toplum olaylarına baktığımızda bunları, bilimselden ziyâde ilmî tutumla incelenebilecekleri ortaya çıkmaktadır. Aslında insan sorunlarını ele alıp işlemeğe en yetkili kişi, edebiyatcı —özellikle de romancı, hikâyeci ile tiyatrocu— olsa gerek. Ancak, edebiyat, bir sanat uğraşısı olmasından ötürü, güzellik değerini arar. Hâlbuki beşerî (tarih—toplum) olaylara edebî değil de, ilmî tavırla eğilenin aradığı, güzellik olmayıp bu olaylardaki bilgi değeridir. Başka bir deyişle, o da tıpkı bilimadamı gibi, araştırdığı konudan bilgi devşirmeği amaçlar. Ne var ki, bilimadamının bağlandığı kimi aşırı sınırlayıcı ilkeler ile yöntemleri ille göz önünde tutmak zorunda değildir.
İlim sözünü doğrudan doğruya Almancadaki Geisteswissenschaftın, Fransızcadaki sciences humaines ile İngilizcedeki humanitiesin karşılığı değil. Zirâ ilmin kapsadığı alan, beşerî vakıalarla sınırlı kalmayıp canlılar âleminde gördüğümüz gâye özelliğini taşıyan ve ruhî-ruhânî —psikolojik, öyleki parapsikolojik— dediğimiz nitelikteki olayları dahî kavrayabileceği öne sürülebilir.
[v] Johann Wolfgang von Goethe: "Beitrage zur Optik", X. cilt, 1. — 2. syflr.; "Samtliche Werke"de.
[vi] Bkz: Hermann Poppelbaum: "Mensch und Tier: Fünf Einblicke in ihren Wesensunterschied", 27. s.
[vii] Bkz: Hermann Poppelbaum: a.g.e., 56. — 57. syflr.
[viii] Hermann Poppelbaum: a.g.e, 27. s.
"İlmî merakı olan, olmayandan farklı, hatta üstündür. Bu bakımdan ilmî zihniyet, kişici olduğu kadar, ayrıcalıkçıdır da."
— Fikriyat (@fikriyatcom) March 29, 2021
Prof. Dr. Teoman Duralı'nın kaleminden✏️
"İlmîlik"https://t.co/31c3BOZX6k