"İnneme'l-a'mâlu bi'n-niyât" [i] —"Eylemler, niyet doğrultusunda değerlendirilirler"
(El-Buhârî)
Gerek Eski~ gerekse Ortaçağda araştırmacılık ile araştırmadışı tutumlar birbirlerinden keskince ayırılmış gözükmüyorlardı. Şu var ki, ilmî araştırmalar, bilme, bilgi edinme iştiyâkı tarafından sevkedilirlerken, özellikle imânî mülâhazalarca sınırlanıp belirlenmekteydiler. Onyedinci yüzyıldan itibâren öncelikle Avrupa- da din, kişilerin hayatını her bakımdan yönlendirme gücünü kaybeder olunca, doğan inanç boşluğunu ideoloji doldurmağa tevessül etmiştir. Dinden çok farklı olarak ideoloji, uhrevî ile kutsal olmak iddiasını güdememesi yüzünden, bilim gibi dünyevî nesnel esâslardan hareket ettiğini öne sürerek kendine itibâr sağlamak çabasında görünmektedir. Tasavvufî cihetten yoksun oluşunu, sözümona positiv özellikler edinmek sûretiyle kapatmak gayretinde gözüken ideoloji, iki yönlü etkide bulunmuştur. Bir kere tıpkı din gibi kişinin hem bireysel, hem toplumsal hayatını belirlemek ister. Tasavvufî (mistik) ve kutsal etkileyiciliği bulunmadığından, 'ben, bilimim, dolayısıyla da nesnel verilerden kalkarım; böylelikle bildirdiklerimi şüpheyle karşılamak, ilk elde gerçekliği inkâr çeşidinden marazî bir tutumdur' savıyla bireyi de toplumu da tek bir düşüncenin ağırlığı altında ezmek çabasındadır. Bilime koşut olarak aşkın ve içkin hakıkatları reddetmek ideolojiyi son derece sığ, yüzeysel ve tekboyutlu kılar. Din ilkelerini benimsemiş insanlar, kişiliklerini terketmeksizin[ii] bir topluluk oluştururlar. Böyle mütecânisolmayan topluluklara, cemaat adı verilir. Buna karşılık dünyevî ve sözümona nesnel temellere dayandığını insanları iknâ, o da olmadı, zorbalık yoluyla kabullendirme çabasındaki ideoloji, sonuçta kendinden menkul bilimselliğine uymayan özelliklerin safdışı edilmesi zorunluluğunu zihinlere işler. Pek az değişkene cevâz veren belli birkaç kalıba sokulmuş insanlar, zamanla kişiliklerini, böylece bireyselliklerini yitirerek kitle dediğimiz mütecânis topluluk oluştururlar. İdeoloji, birkaç vaka yahut vakıayı dıkkata alarak oluşturduğu varsayımdan hareket ettikten sonra bunun, yeni tesbit edilenlere uyup uymadığına bakmaz artık. İcâbında vakaları varsayımın çerçevesine uydurmağa çalışır; bu da sökmezse, vakaları, 'nesnel değil, uydurulmuşlar' bahanesiyle, inkâr eder. Bunu yaparken de felsefe-bilimden devşirdiği birtakım kavramları, ıstılahlar ile ölçüleri kendine araç kılar. Böylece asıl yörüngesinden saptırılan felsefe-bilimde tanınmaz hâle girer. İşte böyle tahrife uğramış bilimlerin başında canlılar bilimi ile ona dayalı felsefe sistemleri gelir.
Buffon, Cuvier, Lamarck ile Charles Darwin, düşünce tarihinin seçkin filosof- bilimadamları arasında yer alırlar. İdeolojilerle de dolaylı yahut doğrudan doğruya ilişkiler olmamıştır. Gelgelelim, başta Charles Darwin ile Jean Lamarck olmak üzre, hepsi Yeniçağ ideolojilerine malzeme kılınmışlardır. Elbette her felsefe-bilim varsayımında nesnel araştırma verilerini aşan düşünceler bulunabilir. Positiv tavırlı felsefe-bilim anlayışı uyarınca bunlar, zamanla ayıklanıp varsayımdan atılırlar. Çok çeşitli araştırmalarla denetlenip onarılan benzer varsayımlar arasında kurulan tutarlı mantık bağlarıyla teoriler vucuda getirilir. Böyle positiv kuruluşa sâhip ve evrenin belli bir yöresiyle ilgili teoriler arasında yine son derece tutarlı mantık bağlarının oluşturulması bizlere evrenin o kesimine ilişkin açık seçik bir tasavvur sağlayabilecek bir felsefe-bilim sistemini verir. Yine bu bağlamda Jean Lamarck ile Charles Darwin in varsayımlarına baktığımızda, onların canlılar âleminin gelişimine ilişkin çok aydınlatıcı unsurlar taşıdıklarını görüyoruz. Birbirlerine birçok bakımdan ters düşen söz konusu varsayımlar, canlılar âleminin farklı cephelerini gün ışığına çıkarmışlardır. Lamarck'ta daha ziyâde ortamın canlıya etkileri, onun da buna karşı takınabileceği tavırlar bahis konusu edilirken; henüz genetiği bilmemesine rağmen Charles Darwin in vurguladığı husus, çevreden doğrudan doğruya etkilenmeksizin türün bireylerinin iç işleyişleri doğrultusunda —asla ilerileme anlamında değil— gelişiyor olmalarıdır. Lamarck'ın varsayımında yer alan gâyeli ve irâdeli anlamına gelebilecek unsurlar, bilimsel araştırmalarca elenirlerken, Charles Darwin in de koymuş olduğu, başta doğal ayıklanma olmak üzre, bellibaşlı birtakım düşünceler, sert eleştirilere hedef olmaktadırlar. Elimizde, bugün bile, fiziğin klasik mekaniğine yahut termodinamiğine benzer bir evrim teorisi yok. Olsa olsa ideolojilerin kullandıkları öncelikle ya Lamarck'ın ya da Darwin in varsayımlarından veya görüşlerinden apartılmış, sözgelişi Stalin Rusyasında Lisenko tarafından Lamarck'tan, Hitler Almanyasındaysa Darwin'den hareketle, meydana getirilmiş evrimöğretileri var.
Bütün bu saptırmalara ve henüz elimizde temel bilimsel gerekleri karşılayacak bir teorisi bulunmamasına rağmen, evrim görüşünden yoksun tutumla canlı süreçleri ile olaylarını esâslı şekilde açıklamak imkânsızdır. Nasıl yerçekimi yasasından yoksun bir klasik mekanik düşünülemezse, benzer biçimde evrimsiz bir canlılar bilimi de kötürüm ve anlaşılmaz kalmağa hükümlüdür.
Evrimin, önünde sonunda ahlâk sorunu olarak karşımıza çıkması, öncelikle insanla ilgili kesimi yüzündendir. Başta insanın menşei meselesi, dinmeyen bir sürtüşme ve düpedüz kavga konusudur. Haddızâtında unutulmaması gereken şudur: Canlılar âleminin parçasıyız. Bu, bi'kere su götürmez bir vakıa. Genetiği, karşılaştırmalı fizyoloji ile morfolojiyi, biyokimyayı v.s.. bir yana koyalım... Öteki bütün canlılar gibi beslenmemiz, büyüyüp serpilmemiz, ürememiz, hastalanıp nıhâyet o kaçınılmaz kadere boyun eğip ölmemiz... Canlı olduğumuzu gözler önüne sermekiçin başka kanıtlara gerek kaldımı?!..
İnsan, kimden ve nereden neşet etmiştir? Bunu deneysel yöntemlerle tes- bit edip öğrenmek imkânsız. Zirâ geçmişte olup bitmiş vakaları olduğu gibi gözümüzün önünde canlandırmamız kâbil değil. Ne var ki bu durum, bizleri evrim olayını toptan inkâra sevketmemeli. Filhakıka evrim olayı insanın menşei meselesini bir haylı aşar.
Türkiyede evrim düşüncesine itirâzın aslı esâsı aranırsa, yönümüz Çağdaş Avrupamerikası olmalı. Mezkûr bâtılı oradan idhâl ettik de ondan. İnsanın menşei meselesi ile evrim olayı İslâm düşünce tarihinde, Mevlânâ gibi en mutasavvıfından
El-Câhız, İbn Miskeveyh, İbn Haldûn gibi, en felsefe-bilim tavırlısına dek hemen hemen bütün kalburüstü kişilerce ele alınıp irdelenmiştir. Onların savunduğu evrim düşüncesi ile bugünküsü arasında elbette kayda değer farklılıklar var. Sözgelişi, Mevlânâ, "Mesnevı'sinde de,
"insan, önce canlt-olmayanlar ülkesine geldi;
canlı-olmayanlardan bitkilere geçti.
Yıllarca bitkilerde ömür sürdü de,
canlt-olmayanlardaki savaşını getirmemiştir hatırına bile.
Bitkilerden de düşünce canlılara,
bitki olduğu zamanki hâli gelmez hatırına.
Gönlü akar yalnızca yeşilliğe;
bahar oldu da çiçekler açtımı hele;
annelerine akar çocukların gönülleri de;
akar, ama niye severler annelerini;
neden arzularlar anne sütünü, bilmezler ki"[iii]
görüleceği gibi, şüpheye yer bırakmamacasına evrimden bahsetmekle birlikte, bu, bugün anladığımız anlamdaki değil. Çünkü öncelikle Darwin den bu yana evrim, yönü baştan kestirilemez ya yavaş ya da apânsız çıkıveren değişmeler ile dönüşmeler dizisidir. Nıhâyet Yenidarvinciler başta olmak üzre, evrimcilerin çoğu, süreçlerin belirli gâyelere yönelik olup olmadıklarını bilemeyeceğimizi öne sürmektedirler. Çünkü bizlere göründükleri kadarıyla olayları değerlendirme imkânına mâliğiz. Bunun ötesine uzanmağa kalkmak, bizleri dosdoğru uydurmalar ile kurmacalara sürükler. Bundan dolayı günümüzde ileriliyor, geriliyor, tekemmül ediyor, etmiyor, başarılıdır, başarısızdır şeklindeki beşerî değerlemelerden tamamıyla bağımsızca mekanikci nedensel yöntemle incelenen evrim olayı, yönelimsiz maddî oluşumlar dizisi olarak kabul edilmektedir.
Mevlânâ ile öteki Islâm düşünürlerine gelince: Onlar, hem Kur'ân-ı Kerîme dayandıklarından; hem de, başta Aristoteles olmak üzre, Eskiçağdan sürüp gelen çizgiyi terketmediklerinden, doğadaki oluşumlar ile canlı türlerinin birbirlerine dönüşmelerini, hep basitten karmaşığa, ilkelden mükemmele doğru ilerileyen, tekmil aşamaların da zorunlulukla belirdiği maddî — manevî gelişme şeklinde algılamışlardır. Onların çoğu, doğada tesbit olunan süreçler ile olagelişlerin, doğa-ötesi manevî güçler ile kaynaklardan çıktıklarına inanmıştır. Bundan dolayı çağımızdakinden iyice ayırmak amacıyla Müslüman düşünür—araştırmacıların tasavvur ettikleri oluşum ile dönüşüm modeline 'tekâmül' demek daha yerinde olur.
İslâmın tersine, Ortaçağ Hırıstıyan, özellikle de Katolik zihniyeti, tekâmülcü görüşleri şiddetle reddetmiştir. Bu tutumunu Yirminci yüzyılda da fırsat buldukca sürdürmektedir. Sebebiyse açık: Birincisi; Kitâbımukaddeste yaradılış birbirlerinden kopuk ve bağımsız türler şeklindedir. İkincisiyse; Hz. Isâ, mümin Hırıstıyaniçin, Allah kelâmını insanlığa tebliğ etmekle yükümlü peygamber olmaktan ziyâde, O, Ruhulkuddustan pay almış 'oğul'dur. Tanrı, insanı 'oğul tasavvuru'na uygun yaratmış; sonra da Hz. Adem'den beri sapıtan insanlığı kurtarmasıçin Onu azap dolu yeryüzüne göndermiştir. Görüldüğü gibi, Hırıstıyan itikâdı uyarınca insanın, öbür yaratıkların hiçbiriyle, manevî şöyle dursun, maddî—uzvî bağı dahî yok. Eflâtunî ıstılahdağarına başvuracak olursak, şöyle diyebiliriz: İnsan, öteki yaratıklardan apayrı bir ana-örneğe, İsâ ideasına uygun olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı insan, tam anlamıyla nevişahsına münhasırdır. O, bir değerler silsilesi uyarınca öteki yaratıklara göre en üst, en mükemmel basamakta durmamaktadır. Çünkü böyle bir değerler silsilesini kurabilmekiçin karşılaştırma yapmak lâzım. Karşılaştırmaysa, ancak mantıkî ve/ya fizik—organik benzerlikleri bulunan iki yahut daha fazla veri arasında yapılabilir. İnsan, yaratılışı itibârıyla, başkalarıyla kıyas kabul etmez; eşsizdir. Sonuçta insan, Hırıstıyan akîdesi uyarınca, eşrefimahlûkât dahî olmayıp bunun fevkındadır. O, evrende tek ve tecrid olmuş hâldedir.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Hayatın Anatomisi – Canlılar Bilimi Felsefesi – Evrim ve Ötesi' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
Ş. Teoman Duralı
[i] Bkz: Talât Koçyiğit: "Hadis Istılahları", 4. s.
[ii] Zirâ Allah'ın, esâsında, her birimizi farklı özelliklerle yarattığına imân edilir; sonuçta nice insan varsa, o kadar da kişiye özgü özelliğin varolması gerekir.
[iii] Mevlânâ Celâleddîn Rûmî: "Mesnevi", 636. s., satır: 3640 —tercüme tarafımızdandır.