Ebrû kelimesini her hâlde ilk defâ lise tahsîlim esnâsında Dîvân Edebiyatı'ndan örnekler okuduğumuz vakitler, "kaş" mânâsıyla duymuş olmalıyım. Ancak bu kelimenin ardında kocaman bir san'atın gizli olduğunu 1955 yılından sonra idrâk ettiğim muhakkaktır. Çünkü o yılın Ekim ayından îtibâren talebesi olmakla iftihâr ettiğim Hezârfen Hocam Necmeddin Okyay'ın (1883-1976) evinin duvarlarında asılı duran levhaları çevreleyen renkli ve bulutlu kâğıdlara ebrû kâğıdı denildiğini, bunun doğrusunun ise ebrî (bulutumsu) olduğunu öğrenmem fazla zaman almadı. 1956 yılının Şubat ayında bana ilk defâ hediye ettiği kendi celî ta'lîk hattıyla Fetih âyetinin iç ve dış pervazları hocamın elinden çıkma ebrû kâğıdlarıydı (Resim 1). Dıştaki kâğıda hatib ebrûsu denildiğini de gâlibâ o gün işitmiştim. Lakin "hatib" adının nereden geldiğini sordum mu, hatırlamıyorum.
Herhâlde hocamın îmâl ettiği ebrû kâğıdlarını gördükçe merâkım arttı ki, bir ziyâretimde bu san'atı öğrenmek istediğimden bahsettim. Aldığım cevab, niyetimi birden kesti: "Vakt-i merhûnu var evlâdım". Bu söz zımnen "daha öğrenme zamânın gelmedi" mânâsını taşıyordu. Aradan haylı zaman geçti. Üstâdımın rahatsızlıkları arasında önde bulunan prostat büyümesi, kendisinin bundan ameliyatla kurtulmasını gerektiriyordu. 1957 yılı Kasım ayının ortalarındaki bir pazar günü öğle vakti Toygartepesi'ndeki ahşap evine kendilerinden meşk için gittiğimde, kapıyı hanımı Seniye Teyze açtı ve Hoca'nın nerede olduğunu sormam üzerine "Mutfakta sana yemek yapıyor" dedi. Özbek pilavı pişirmekte mâhir olan Hoca'nın niye böyle bir zahmete girdiğini merâk ederek o tarafa yöneldim. Bir de ne göreyim ? Tekneler, boyalar, fırçalar, kâğıdlarla mutfak ebrû atölyesine dönmüş! Elini öptüğümde bu hazırlığın mânâsını îzâh etti. "Evlâdım, prostat ameliyatı için haftaya inşaallah Vakıf Gurebâ Hastahânesi'ne yatacağım. Şâyed bir emr-i Hak vâkî olursa, senin arzûnu yerine getiremediğimden dolayı içimde ukde kalacak. Bu sebeple tezgâhı kurdum, gelişini bekliyordum. Teyzene de mahsustan öyle söylettim".
Bu sözlerini müteâkıb içi kitreli suyla dolu teknesini açıp eline fırçasını aldı, boyaları serpmeğe başladı. Battal ebrûsu meğerse bu işin Besmele'siymiş. Teknenin üstü boyalar atıldıkça renkten renge giriyor; her hâlde ben de sevinç ve şaşkınlıktan öyle oluyordum! Arkadan taramalı, sonra taraklı nev'ileri arz-ı endâm etti ve şal örneği, bülbül yuvası, kumlu ebrû ile ilk kısım tamamlandı. Derken kendisinin mûcidi sayıldığı çiçekli ebrûları teknede sıralamağa başladı. Nihâyet mürekkeb yerine arab zamkı mahlûlü ile önceden kâğıda yazıp kuruttuğu kâğıdları tekneye birer birer yatırarak çıkardığı zaman yüz gösteren yazılı ebrû örnekleri de sevincimi körükledi. Böylece akşamı bulduk. 22 yaşını sürmekte olan bu satırların yazarı, o güne kadar rastlamadığı bir renk cümbüşünün mestliği içinde üstâdımın elini öpüp ayrıldım.
Birkaç gün sonra –o zamanlar telefon fukarâsı olduğumuz için– Necmeddin Efendi'nin ahvâlini öğrenmek üzere Toygartepesi'ndeki evine vardığımda, hanımı kendisinin hastahâneye yattığını söyledi ve "Sana da bunu bıraktı" diyerek, her görüşümde keyfimin tâzelendiği "Gel keyfim gel" yazılı ebrûsunu elime tutuşturdu (Resim 2). Hocam bu ebrûya tutkunluğumu bilirdi ve pazar günkü ebrû şöleninden sonra, anlaşılan "hitâmuhû misk" mâhiyetinde bu şâheserini de fakîre lutf etmişdi. Bu levhanın mâcerâsını burada anlatmakta fayda vardır. Ebrûculukda kullanılan ve Hindistan'dan getirildiği için bulunması zor olan, morumsu vişne çürüğü renkli lök boyasının Mısır çarşısındaki bir dükkanda bulunduğunu işiten Necmeddin Efendi bu boyanın peşine düşer. Lâkin o gün 13 Kasım 1918'dir ve 30 Ekim'de imzâlanan meş'um Mondros Mütârekesi'ni müteâkıb, gemilerle gelen İngiliz-Fransız kuvvetleri İstanbul'u işgale başlamışlardır. Lök boyasını satın aldıktan sonra başına bir iş gelmemesi için Boğaz vapuruna binmeyip, Eminönü'nden sandal kirâlayarak yabancı askerlerin arasından güçbelâ Üsküdar'a dönen Necmeddin Efendi, Toygartepesi'ndeki evine zorlukla erişir.
Aradan neredeyse 5 yıl geçdikden sonra, 2 Ekim 1923 günü yabancı kuvvetlerin gemilere doluşup İstanbul'dan def' oluşunu, evinin limanı gören bahçesinden dürbünle seyreden Necmeddin Efendi, o neş'e ile içeriye girip "Gel keyfim gel" celî ta'lîkını ebrûlu olarak yazar. Ancak, renkleri serperken işgal günü zorlukla bulduğu lök boyasını da bilhassa kullanmak arzûsunu duyar. O günlerde henüz girmiş olan 1342 hicrî yılını da, dalgınlıkla 1341 olarak yazısının altına yerleşdirir.
Ebrû teknesinden çıkardığı eserini kurutup seyretmek maksadıyla karşısına aldığı sırada, bir yandan kahvesini yudumlarken, heyecânından fincanını "Gel keyfim gel"in üstüne döker; işte yazıda görülen lekeler bunlardır. Necmeddin Efendi çapında bir san'atkâr için İstanbul'a gelişlerinde kendisiyle berâber bütün Türkleri hüzne boğan işgāl kuvvetlerine karşı, bundan daha keyifli ve san'atkârca bir intikam düşünülemezdi!
Aynı gün arkadaşı Necmeddin Efendi'yi ziyârete gelen Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey, hâdiseyi duyup bu yazılı ebrûyu da görünce, kendini alamaz; o da aynı ibâreyi celî sülüsle yazarak (Resim 3) bu zevke ortak olur. Levhanın çevre ebrûları Necmeddin Hoca'ya âiddir.
Biz bıraktığımız yere dönelim: Ertesi hafta prostat ameliyatı geçiren Okyay Hoca, tedrîcen iâde-i âfiyet etti, hepimize mukadder olan emr-i Hak onun için 19 yıl sonra tecellî eyledi. Lâkin 1962 yılında Mehmed Ali Kâğıdçı'nın bir siparişi üzerine kurduğu ebrû teknesinden sonra bir daha ebrû yapmak imkânını bulamadı. Mehmed Ali Bey, İsviçre'de bir milletlerarası kâğıdçılık kongresine işitirâk edenlere sunmak üzere çok mıkdarda yazılı ebrû isteyince, Hocam'a vaktiyle yaptığı "Lâfza-i Celâl" ebrûsunun (Resim 4) benzeri renkleri kullanarak bunları serpmesini teklîf ettiğimde : "Olmaz evlâdım, o benim elimde olan birşey değil ki . . ." dedi. Hakîkaten yapılanların hiç biri değil yakınından, uzağından bile geçemedi (Resim 5). Bu ebrûnun aslını Necmeddin hoca Uğur Derman'a anlatırken çekilmiş bir resmi de sizlere sunalım (Resim 6).
Şimdi de, ebrûnun keyfini yağlı maddelerin nasıl kaçırdığı husûsundaki müşterek bir hâtıramıza geçmek isterim: 1962 yılındaki son tekne kuruşunda, çömezi sıfatıyla yanında bulunuyordum, oğlu Sâcid Bey de zannederim, oradaydı. Evin banyo dairesi ebrû atölyesi hâline getirilmişdi. Akşam vakti geldiğinden, hanımı da yemek için balkonda şiş kebablarını mangal üstüne dizmiş, pişiriyordu. Hoca: "Sofraya vakit var, bir ebrû daha çıkaralım evladım" dedi. Boyaları serperek zemîni döşedi, çiçekleri resm ettiği sırada, ızgara dumanları çalıştığımız yere kadar gelmişti. Birden, ebrû teknesinin renkli zemîni üzerinde noktalar hâlinde irili ufaklı delikler açılmağa başladı. Ben hayretler içinde: "Hocam bu ne hâldir?" diye, kitreli suyun yüzünde olanları gösterdim. Üstad, tonton sakalını oynatarak kıskıs gülmeğe başladı ve "Bak evlâdım, ebrû ile yağ hiç geçinemezler. Şimdi burada da aynı hâl vâkî oldu. Şişdeki etlerin yağı ateşe damlayıp duman çıkartınca, onunla birlikte buraya kadar gelen yağ zerreleri kitreli suyun üstüne konmağa ve renklerin arasında nokta nokta yayılmağa başladı. Bu, benim başıma üçüncü defadır geliyor. Daha önce, eski evimizde patlıcan tavası yapılırken, yağlı dumanlar koca bahçeyi aşıp geldi, aynı şeyler oldu. Ben de o zaman, senin gibi hayretler içinde kaldım. İkinci olarak, Güzel San'atlar Akademisi'nde ebrû kâğıdlarını mührelerken, yan taraftaki ebrû teknesinde yine delikler açıldı, şaşırdım. Bilirsin ya, kuru sabunlu bez, mührelenmeden önce kâğıdın üstünde şöyle bir dolaştırılır. İşte bu sabun zerreleri de yağ gibi havadan teknenin üzerine kadar uçup ebrûyu bozmuşdu". Bütün bu îzâhatı verirken Hocam, kâğıdı tekneye kapatarak ebrûyu usûlü üzere çıkardı. Yağ zerrelerinin açdığı delikler, beyaz kâğıdda beyaz benekler hâlinde, pek câzib görünüyordu. O neş'eyle yemeğimizi yedik ve bu ebrûnun adını şiş kebabı ebrûsu koymağa karar verdik (Resim 7)!
Aradan oniki yıl geçti, 1974'de ziyaretine gittiğim bir gün Necmeddin Hoca: "Evlâdım, hani senin bir şişkebabı ebrûsu vardı, birkaç gün evvel işte o elime geçti. Sen böyle şeyleri saklarsın, al bakalım" demez mi! Bunu Türk San'atında Ebrû kitabımda neşrettikten sonra, sanki bir ebrû cinsiymiş gibi, Batı kaynaklarında da aynı isimle anılmağa başladı.
(Yazının devamı gelecek hafta…)
Prof. Uğur Derman
Resimler:
Resim 1: Necmeddin Efendi Hocamın bana ilk hediyesi (Şubat 1956).
Resim 2: Necmeddin Okyay'ın dillere destân olan "Gel keyfim gel" ebrûsu (1923).
Resim 3: Tuğrakeş Hakkı Bey'in celî sülüsle yazdığı "Gel keyfim gel" levhası (1923).
Resim 4: Necmeddin Okyay'ın "Lafza-i Celâl" şâheseri.
Resim 5: Necmeddin Okyay'ın sonradan bizim ısrârımızla teknesinden çıkan "Lafza-i Celâl" ebrûsu (1962).
Resim 6: Necmeddin Okyay, "Lafza-i Celâl" ebrûsunun tekneden nasıl çıktığını talebesi Uğur Derman'a anlatırken (1968).
Resim 7: Necmeddin Okyay'ın ismi "şiş kebabı ebrûsu"na çıkan sünbül ebrûsu (1962).