Rahmetli Hasan Âli Göksoy'la dostluğumuz, 1959 yılında başlamıştı. 2010 ise, hayfâ ki dünyevî ayrılığı getirdi. Kendisi de bunun böyle olacağını herhâlde seziyordu ve 23 Aralık 2009'da yetmiş yaşını idrâki vesîlesiyle, birkaç ay öncesinden inşâd eylediği "Yetmişe Doğru" şiirinde hem geçmişini, hem de azalan geleceğini hakîmâne bir üslûbla kâğıda döküvermişti. Sizlerle berâber okuyalım mı?
YETMİŞE DOĞRU...
"Yolun ucu göründü, yaklaştık enikonu...
Önümde belki birkaç bahar var sanıyorum.
Bir yıl, üç yıl, ya da beş; gelecek işin sonu...
Fazlasını tahminden artık utanıyorum.
Âtîden ümitsizim, özlerim ezelleri,
Kendim söylemez oldum, dinlerim gazelleri
Yanlarına varmadan gözlerim güzelleri!..
Bu yorgun vücudu ben nereden tanıyorum?..
Takvimin yaprakları nasıl böyle tükendi
Birden geç kalıverdim, oysa ki dün "erken"di!..
Bunca belâ yetmedi, bakıyorum da kendi
Yalanlarıma hâlâ, çocukça kanıyorum!
Her isteyen, bağıma destursuzca dalmıştır
Gönlümü açtıklarım, yıllarımı çalmıştır.
Şimdi yetmiş seneden elde sıfır kalmıştır
Yitiren ben, yiten ben, kime dert yanıyorum?
Kimse değil, ben yıktım kendi hânümânımı.
Ey Yüceler Yücesi! Sakla kıl îmânımı...
İsmini, "..alacağın güne kadar cânımı,
Kimselere yük etme..." diyerek anıyorum".
Tanımamış olanlara ben Hasan Âli Göksoy'u nasıl anlatabilirim? diye düşündüğümde şu cümlenin yerinde bir târif olacağına inanıyorum: "İlk tanışanların, kendisinden ayrılırken hemen tiryâkisi hâline gelecekleri bir istisnâî şahsiyet". Esâsen 70 yıllık ömrü de bu müstesnâ kābiliyetleri üzerine kurulmuştu. Kendisinin kısa hayat hikâyesini sunmanın yeri, işte burasıdır: İstanbullu bir devlet memuru olan babasının sürekli tâyinleri sırasında 23 Aralık 1939 günü Tokat'ın Erbaa ilçesinde doğan Hasan Âli, o sıralarda bu havâlîde olan şiddetli depremlerden kurtulabilen nâdir çocuklardan biridir. Nüfus cüzdanı 15/6/1940 Eskişehir doğumlu olarak çıktı! Babasının memuriyetinin İstanbul'a nakli sebebiyle, altı ayrı ilkokula gidip sonunda İstanbul Alemdar İlkokulu'ndan mezun oldu. Saint-Benoit Fransız Lisesi ile Vefa Lisesi'nde okudu. Babasının 1946'dan îtibaren vazîfeli bulunduğu Topkapı Sarayı'nda büyüdü. Genç yaşta meslek hayatına atılıp fotoğraf ustası Cemal Işın'ın yanında yetişti. İstanbul Üniversitesi İktisad Fakültesi İktisad Tarihi Enstitüsü başta olmak üzere, yerli-yabancı pek çok araştırmacı kişi ve kuruma devlet arşiv ve kütübhânelerinden yüz binlerce karelik belge mikrofilmi çekti. 1954-1955'de Ankara Millî Kütübhâne Mikrofilm Atölyesi'nde çalışdı. 1946'dan beri tanıdığı Dr. A. Süheyl Ünver'in İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Kürsüsü'nde ve Fakülte'nin farklı kürsülerinde fotoğraf laboratuvarları kurdu (1959-1971). Bir işveren sendikasında basın danışmanlığı ve genel sekreterlik yaptı (1976-1992). Türkpetrol Holding'de çalıştı (1992-2003). Selçuk Yayınları, Lâle Dergisi (Türkpetrol Vakfı yayını), İlgi Dergisi (Shell yayını) gibi yayım hizmetlerine yazı, fotoğraf, tertib ve nâşirlik hizmetleriyle katıldı. Türkpetrol Vakfı San'at Galerisi'ni ve Kültür Bakanlığı'nın Balıkesir Kuvâ-yi Millîye Müzesi'ni kurdu. Kültür tarihiyle ilgili araştırmalar yaptı, görüntülü konferanslar ve televizyon programları hazırlayıp sundu. Türkpetrol Vakfı, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı ve Türk Mûsıkîsi Vakfı mütevelli hey'etlerinde bulundu. 7 Aralık 2003 'den beri yaşadığı İzmir'in Selçuk ilçesinde 23 Ağustos 2010'da vefat etti ve ertesi günü Şâkirîn Câmii'nde kılınan namazından sonra Karacaahmed kabristanında babasının koynuna defn olundu.
Şimdi gelelim bizim tanışmamıza: 1959 yılı sonlarında Dr. Süheyl Ünver Hocamız o zamanlar İstanbul Üniversitesi merkez binasında bulunan Tıp Tarihi ve Deontoloji Enstitüsü'nde tesis ettiği fotoğraf atölyesinin idâresini bir gence vermişti. Ancak yirmisinde gösteren ufak tefek yapısı, sevimli çehresini dolduran kalın çerçeveli gözlüğü, incecik bıyıklarıyla Enstitü'de fırtına gibi esmeğe başlayan bu genç, birinci kata çıkan mermer merdivenlerin altındaki fotoğrafhâneyi hareketli bir mekân hâline getirmişti. O devirde, "fotoğraf" dediğiniz 9x12 cm. veya 13x18 cm. eb'âdlı siyah-beyaz resimlerdi. Lâkin Enstitü'de manzara, portre vbg.'den ziyâde belge niteliği taşıyan nesnelerin çekimi yapılırdı. Adının Hasan Âli Göksoy olduğunu tanıştığımızda öğrendiğim gencimizin ihtisâsı da devlet arşiv ve kütübhânelerinde bulunan belgelerin mikrofilmini çekmek hususunda imiş.
Yakınlığımız artarken, onun 1960 yılı ortasında, benim 1961 başında vatanî hizmetle İstanbul'dan ayrılmamız, görüşmelerimizi 1963'e kadar kesintiye uğrattı. Askerlik dönüşünde birbirimizi bulduk ve onun vefatına kadar süren yakınlığımız bu tarihten îtibâren başladı. Yaşdaşları arasında ender rastlanan telaffuz ve tekellüm letâfeti ve davranışlarındaki nezâketi ile beni can evimden kendisine bağladı.
Daha sonraları öğrendim ki, babası Ahmed Şevket Göksoy'un 1946'dan îtibâren Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki memuriyeti dolayısıyla Hasan Âli de henüz kısa pantolonluyken Saray'ın müdâvimlerinden olmuş. O zamanlar müzelere aşırı taleb yok, yâni tenha... Bizim küçük meraklı da Osmanlı asâlet ve azametinin timsali olan bu mubârek yerde, şuuraltını kimbilir nasıl ve nerelerde doldurmuştu? Kendisine sormadım amma, kazandığı İstanbul âdâbında muhtemelen, burada karşılaştığı Enderûn mensublarının tesîri büyük olmuştur. Çünkü, Devlet-i Aliyye'nin 1922'deki inkırâzına kadar, Saray içinde faaliyetini sürdüren Enderûn Mektebi'nden mezun olanların bir kısmı, Cumhuriyet'in ilânından ve Topkapı Sarayı'nın müzeye dönüştürülmesinden sonra, burada memuriyetle kalmışlar ve yaş haddinden emekli oluşlarına kadar vazîfelerini sürdürmüşlerdi. Terbiyelerini etrafındakilere de saçan bu muhterem zevâtı küçük yaşlarında tanıyan Hasan Âli, belki farkında olmadan onların bâzı davranışlarını kapmış olmalıdır. Yine o küçük yaşlarında -Saray dışındaki sahil yolunun henüz açılmadığı- Sarayburnu-Cankurtaran arası kayalıklardan sıkça denize atlayıp yüzme ihtisasını da böylece tamamladığını bir münasebetle anlatmıştı!
Kendisinin "dâd-ı Hak" olan bir yazma kābiliyeti vardı. Hâdiseler karşısında kalemi nesren veya nazmen derhal harekete geçer, kısa zamanda mahsullerini verirdi. Maddî imkânsızlıklar onun tahsîlini sürdürmesine imkân vermemiş olsa da, devamlı okuyarak kültür hamûlesini fevkalâde geliştirmesi sâyesinde, genç yaşından îtibâren -mesleği dolayısıyla- bilhassa üniversite câmiasında ve kültür muhitlerinde tanışdığı kalburüstü zevâta lâyıkıyla muhâtab olurdu. Yaşı ne olursa olsun, küçük çocuklar da onun neş'esinden nasiblerini alırlardı. Kendisi kabullenmese de, mâlik olduğu kuvvetli hâfızaya konuşma ve taklid yeteneğini katınca, sohbetine doyamazdınız. Bulunduğu meclislere neş'e saçan Göksoy, fıkra ve hikâye anlatırken, olağanüstü lehçe ve mimik taklidleriyle hayranlık uyandırırdı.
Tiyatroya merakına misal olarak yazmalıyım: Cyrano de Bergerac'ın manzum, yahut Hamlet'in mensur tiradlarını sahnede oynar gibi seslendirerek, fotoğraf atölyesinde film yıkamayı sürdürdüğüne kaç kere zevkle şâhid olmuşumdur. Yine aynı temâyülünden dolayı, Türkçesinin letâfetine birlikde hayranlık duyduğumuz aktör Avni Dilligil'in (1909-1971) yazlık tiyatrosunda, akşamları iş dönüşü sahne âmirliğinde bulunduğu 1960'lı yılları da hatırlıyorum.
Hasan Âli'nin işlerinde maddî taraf onun için dâima rahatsız edici bir mevzû olmuştur. Para istemez, istemesini bilmez; bu sebeple çok istismâr edilirdi. Mesleğini bıraktıktan sonra amatör zevkıyle çektiği fotoğraflar, eminim onu daha çok mes'ud etmekteydi.
Bir işveren sendikasının genel sekreterliğinde bulunduktan sonra intisâb ettiği Türk Petrol Holding'deki yılları herhalde hayatının en huzurlu devresidir. Çünkü burada Ahmed Aydın Bolak (1925-2004) gibi bir müstesnâ şahsiyetle birlikte çalışdı; merhûmun âdetâ manevî kardeşi durumuna girdi. Sâdece günboyu değil, hayatının mücerred, yalnız yıllarına rastladığı için Bolakların hânesinde dâimî bir ferd gibiydi. Aydın Bey'in pek beğenilen çoğu irticâlî TRT konuşmalarını kitaplaştırmak Göksoy'un zevk aldığı bir meşgale konusuydu.
Hasan Âli mûsıkî tahsili görmemiş de olsa, hoş bir edâ ve latîf sadâ ile tegannî meclislerinin aranan bir rüknü idi. Her zaman lebâleb hassâsiyetle dolu olduğu için, hissine mağlubiyeti de sıkça görülür; buna hazırda bekleyen alınganlığı da eklenirse, ânında barut fıçısına döner, hele sonundaki infilâkiyle karşısındakileri de berhavâ ederdi! Fevrî davranışından çabuk toparlansa bile, bunların tesiri uzun süreni de olurdu. 20 yıl evvel -bir hiç yüzünden- benimle 11 ay dargın kalışını teessürle hatırlarım. Bereket, geçirdiğim kalp ameliyatından sonra dayanamayıp, bana karşı infiâlini sıfırlamış; sonra da bu boşuna geçen aylara yanmıştı!
Ömrü boyunca Türkçe'ye sâhib çıkan Âli kardeşim, bu sâhada fırsat buldukça yazdı, konuştu. Hassâsiyetine misal vermek gerekirse: Dilimize Farsça'dan girmiş olan ve "ben, et beni" mânâsını taşıyan kelime üzerine yazdığı bir kıt'asını yâd etmek isterim. Ha sesinin gırtlaktan geleni olduğu için kelimenin burada khâl خال şeklinde yazılması daha doğru sayılır. Kullanılışına örnek de, Fuzûlî'nin (1480-1556) şu latîf beytidir:
"Kıldı zülfün tek perîşan hâlimi khâlin senin,
Bir gün ey bîderd, sormadın 'nedir hâlin senin'?"
(Yüzündeki câzib ben, benim hâlimi saçların gibi darmadağın etdi. Ey dertsiz hâtun, bir gün bile bana 'senin hâlin nicedir?' diye sormadın)
İşte Hasan Âli bu "khâl" kelimesini Prof. Dr. İskender Pala'nın Dîvân Edebiyatı Sözlüğü'nde görüp okuyunca, ona ithâfen şu kıt'ayı yazmıştı:
"BEN" ve "KHÂL"
"Mâzîmi harcadılar gûyâ istikbâlime,
Hasret oldum dilime, dînime, âmâlime...
Ene'mi kırmak için ben'lere "khâl" demiştim,
Şimdi "ben!" lerdir sebep hâl-i pür-melâlime!..."
Türkçenin üzerine bu kadar titreyen, yanlış kullanılmasına tahammül edemeyen Hasan Âli'nin, hayfâ ki ölümünü dostlarına duyuran bilgisayar ilânında, kendisinin toprağının bol olması temenni ediliyordu. Türkçe'de "toprağı bol olsun, dînince dinlensin" ifâdesi sâdece gayrimüslimler için kullanılır. En yakınlarını hiç hoşlanmadığı bu dua ile yolcu edenlere, sağ olsaydı Göksoy'un -nezâketi elden bırakmadan- şu "Unuttuk" şiiriyle sunturlu bir göndermede bulunacağı şübhesizdir:
UNUTTUK
"Merhaba" demodedir, şimdi "hello" diyoruz!
Ceddimizin yolunu izlemeyi unuttuk.
Kendi kaşığımızla yabancı halt yiyoruz
Ve bütün ayıpları, gizlemeyi unuttuk!
"Shoping center" olmuştur şimdi kırk yıllık "çarşı"!
"Country"ler türedi benim "köy"üme karşı,
Yabancı söz girmeyen, bir tek "İstiklâl Marşı"
(Ona da yürek yürek sızlamayı unuttuk!)
"Kuaför" denilmezse kaçar berber'in tadı!
"Galeri"dir "market" dir şimdi "dükkân"ın adı!
Koşmaz da "jogging" yapar, kabamın sol kanadı!
Tanrım!.. Anadilimle sözlemeyi unuttuk!
Anamur muzu varken, "çikita"lar soymuşuz!
Olgun köfte yerine "ham-burger"i koymuşuz.
Pide yetmemiş bize, "pizza"larla doymuşuz,
Sac üstünde kabaran gözleme'yi unuttuk!
Mis gibi ayran gitti, "kola" doldu mideler,
Bütün markalarıyla hepsi de mide deler,
O canım demirhindim, nar şerbetim nerdeler?
Ninemin pişirdiği bazlamayı unuttuk!
Medeniyet uğruna yıkılmıştır temeller.
Televizyon önünde konuşmaz oldu diller,
Mektuba hasret kaldık, kalem tutmuyor eller,
Her cepte bir telefon, özlemeyi unuttuk!
"Tatil" için her türlü fırsatı kolluyoruz;
Azrail'le yarışıp, eceli solluyoruz,
"Çocukları Bodrum'a.. Side'ye yolluyoruz!"
Güzelim yaylalarda yazlamayı unuttuk!
Ben fakir şaşırmışım, aceb ne oldu bize?
Kimler yabancı kıldı bizi benliğimize?
Korkarım, gelemeyiz biz gayrı kendimize,
İz'ânımız kokuştu, tuzlamayı unuttuk!"
Sevgili Göksoy'la dostluğumuz hâricinde hem yazılı, hem sözlü müşterek mesâimiz 1969'dan bu yana sürdü. Vereceğim konferansın seyirlik malzemesini en güzel ve en serî şekilde hazır eder, konusuna göre sıralar; hattâ bâzan bir değil, iki projeksiyon makinesiyle görüntünün mukāyeseli olarak dinleyiciye arzını sağlardı. Bu hususta benim kahrımı yıllarca çekmiştir. Ayrıca konferans öncesi heyecânımı gidermeyi de şahsına iş edinirdi! Bu sebeble, onu ebediyete teşyî merâsiminde kendisine haklarımızı helâl etmemiz istendiğinde, bunu sözle yerine getirirken, kalben de asıl onun bana helâl etmesini temennî etmiştim. Sanmayın ki, bu yardımları sâdece bana mahsustur: Her kim, halledilmesi gereken işi için kendisine müracaat ederse, zâtî meselelerini bir tarafa bırakarak onunla hemhâl olurdu. Esâsen, Hasan Âli -buna sıhhati de dâhil bulunmak üzere- şahsını ihmâli ömrüne şiâr edinmişti. O ihmâlin netîcesi, altı yıl önce barsaklarına musallat olan menhus illet, zevcesi Ayşenur Hanım'ın bütün çırpınmasına rağmen, bedenini almağa kadar gidip, onu bizden ayırma vesîlesi buldu.
Dilerim, Hasan Âli Göksoy, "Vahdet Neş'esi" neşîdesinde terennüm ettiği "Lâ ilâhe illallah" sırrı ile hemhâl olarak ebedî âlemde dem sürsün.
VAHDET NEŞ'ESİ
"Elestü bi-Rabbiküm?.." deminden beri hâlâ,
Göklerde yankılanan benim sesimdir: "Belâ!.."
Bindörtyüzyirmiiki yıldır okunan salâ
Hürmetine derim ki, ezelden müselmânım,
"Lâ ilâhe illallah" sırrındadır îmânım.
Bir ışık zerresiydim, nûrundan halk olmuşum,
İstediğin bedene damar damar dolmuşum,
Verdiğin ömür kadar yeşermişim, solmuşum
Kimbilir kaç defadır yeryüzünde mihmânım,
"Lâ ilâhe illallah" sırrındadır îmânım.
Âdem, benim, ismini önce ben söylemişim...
Kābil'im, kardeşimi ben berdâr eylemişim...
Nûh'un sefînesine müşteri peylemişim...
Hârun'um, kuşdilini konuşan Süleymân'ım;
"Lâ ilâhe illallah" sırrındadır îmânım.
Bendim Yasa ve oğlu çoban peygamber Dâvût,
Tâlût ben, ordusu ben ve yine bendim Câlût,
Bendim Sodom-Gomorra, hem de peygamberin Lût,
Yeryüzünde ne varsa hepsi benim cismânım.
"Lâ ilâhe illallah" sırrındadır îmânım.
İbrahim'im; emrinle putları ben kırmışım,
İsmail'im; babamla Beytullah'ı kurmuşum,
Oradan kâinata ismini haykırmışım!..
Kaddimdeki elifle gerçeğim, bî-gümânım
"Lâ ilâhe illallah" sırrındadır îmânım.
Yarattığın bilcümle zükûr ve nisâ benim...
Fir'avun ben, Nemrut ben, Tûr'daki Mûsâ benim...
Kutsal Rûh'la Meryem'e üflenen Îsâ benim!..
Muhammed'im!.. Secdede yazılıdır esmânım...
"Lâ ilâhe illallah" sırrındadır îmânım.
Ateş-su-hava-toprak bedenimdir, Sen cânım!
Hallâc-misâl "ene'l-Hak!" sözünde kemâ-kânım
Tâ-be-kıyâmet budur dilimdeki peymânım:
Sana kul oldukça ben, deryâyım, âsumânım!
"Lâ ilâhe illallah" sırrındadır îmânım.
Prof. Uğur Derman
Resimaltları:
Resim 1: Hasan Âli Göksoy (1939-2010)
Resim 2: Hasan Âli'yle beraber IRCICA'da verdiğimiz bir konferansdan kalan resim.
Resim 3: Hasan Âli'yle birlikde bir makāle hazırlığındayız.
Resim 4: Birbirini candan seven beş dost: (oturan) Ahmed Yakuboğlu; (ayaktakiler sağdan) Hasan Âli Göksoy, Aydın Ünver, Aydın Bolak ve Uğur Derman (Ortaköy, 7 Mart 2000).