Sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik, bilimsel, teknolojik, askeri, diplomatik alanlarda oluşturulan kamu kurumları ve sivil toplum kuruluşları; vatan sathına ve cephe hattına yayılmuş müstahkem "kale"ler gibidir. Her birinin, kendi alanlarında ve konularında, kesintisiz "teyakkuz" halinde olup; sızmaları önlemeleri, saldırıları bertaraf etmeleri gerekir.
İşte bu noktadan hareketle; Türk Dil Kurumu'nun da "ismi ile müsemma" (adı gibi) bir kurum olup, "dil kalesi" görevini yapmasını bekliyoruz. Dinlerin ve devletlerin, kültürlerin ve medeniyetlerin askerleri yahut ajanları gibi sınırlarımızdan sızmaya çalışan yabancı kelimelere karşı "savunma refleksi" göstererek; hem gereken müdahaleleri yapsın, hem de toplumu aydınlatsın istiyoruz.
Ancak, sanki üstüne ölü toprağı serpilmişcesine; en acil ve vahim gelişmeler karşısında bile sesi, soluğu çıkmıyor. Rutin ve statik bilimsel, akademik çalışmalar dışında; yer yerinden oynasa, dönüp bakmıyor.
O zaman, halimizin işareti ve ifadesi olan dilimizin taş taş, tuğla tuğla işgal edilip ele geçirilmesi karşısında; "sivil savunma" hareketine kim öncülük ve önderlik yapacak? Yerli ve milli olma yahut kalma mücadelesinin dil cephesinde; hangi askerler, yedi gün yirmi dört saat "nöbet" tutacak?
Yoksa, bu kurum hala milletin olamadı mı? Büyüyen ve gelişen Türkiye'nin uyanış, diriliş, direniş ruhunu henüz bulamadı mı?
CEMAZİYEL EVVELİ
Tecrübeyle biliyoruz ki; kişilerin ve kurumların, ülkelerin ve toplumların geçmişleriyle gelecekleri arasında sıkı bir bağlantı var. Evvel zamanda dikilen fidanlar; ahir zamanda çiçek açıp meyve veriyorlar.
Onun için; Türk Dil Kurumu'nun da geçmişine bakmamız gerekir. Dünden miras kalanlar; bu günü anlayıp yorumlamamızda ve yarını doğru kurgulamamızda yol gösterici olabilir.
Osmanlı'nın son yıllarında, Türkçe ile ilgili dil çalışmalarını; daha çok yabancılar yapmışlardı. Çok kavimli, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir devleti ve toplumu bölüp parçalamak için; kelime ve kavramlar üzerinden, "ayrılık tohumları" atmışlardı.
Sürecin devamında, Türk-İslam Medeniyeti'nin anahtar kelime ve kavramları tasfiye edilerek; Hıristiyan Batı Medeniyeti'nin kelime ve kavramlarına alan açıldı. Ayrıca, "yabancı dil öğrenme ve öğretme" ile yetinilmeyip; sömürge ülkelerinde olduğu gibi, "yabancı dille eğitim" safhasına geçildi.
Ne hikmetse; 1932'de "Türk Dili Tetkik Cemiyeti" adıyla kurulan, 1934'te "Türk Dili Araştırma Kurumu" olan ve 1936'da "Türk Dil Kurumu" isminde karar kılınan oluşumda da bu damar devam ettirildi. Önce misyonerlerin açtığı bir Amerikan okulunda okuyan, sonra Robert Kolej'de öğrenim görüp mezun olan, Beyrut'ta Ermeni Okulu Müdürlüğü ve Ermenice Luys Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği yapan, yazılarını Ermenice yazan ve yayınlayan Agop Martayan; kurumda, uzun yıllar boyunca, etkili ve yetkili makamlara getirildi.
Türk Dil Kurumu'nun ilk Genel Sekreteri oldu. 1979 Yılında ölünceye kadar; "Başdanışman" sıfatıyla görevde kaldı.
1936-1951 Yılları arasında; "Türk Ansiklopedisi" çalışmalarını o yönetti. Soyadı kanunu çıkınca, ismine "Dilaçar" eklendi; Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadının verilmesini, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne o teklif etti.
Son yıllarda, Türkiye'nin aştığı engellerden ve aldığı mesafelerden sonra; artık bu kurum da daha yerli ve milli bir çizgiye gelmiştir diye ümit ve temenni ediyoruz. Bu noktadan hareketle; dilimizi koruma ve geliştirme konusunda, aktif ve duyarlı bir duruş bekliyoruz.
GÖREVİN GÜNCELİ
Yıllardır kitap, kırtasiye, kültür, sanat, oyun, eğlence, medya, iletişim, giyim, kuşam, mobilya, dekorasyon, yiyecek, içecek, temizlik, kozmetik, ilaç, tedavi, bilim, teknoloji ve daha pek çok alanda; artık "işgal" aşamasına gelen bir "dil istilası" var. Caddelerde ve sokaklarda, binalarda ve odalarda gördüğümüz afişler, pankartlar, tabelalar, panolar; insanda, yabancı bir ülkede olduğu hissini uyandırıyor ve "burası neresi" dedirttiriyorlar.
Son zamanlarda, bu gidişe; bir de "salgın" süreci ilave oldu. Haberlerde ve yorumlarda, ilanlarda ve açıklamalarda, tedbir amaçlı kararlarda ve uygulamalarda kullanılan yabancı kelimeler; virüsden daha yaygın ve tehlikeli bir hastalık haline geldi.
Yazılı ve sözlü beyanlarda; bu kelimelerin Türkçe karşılığının olup olmadığı ile ilgilenilmiyor. Daha da kötüsü; yerlisi varsa bile yabancısı tercih ediliyor.
Bu durum; neredeyse, dil üzerinden toplumu dönüştürme düzeyine ulaştı. Kelimelerle, kavramlarla birlikte; algı dünyamıza, "yabancı kültür ajanları" bulaştı.
Bütün bunlar olup biterken; Türk Dil Kurumu nerededir ve ne iş yapar? Salgın sürecinin Bilim Kurulu Üyeleri, kanal kanal dolaşıp, ekranlarda "virüs" tehlikesinden ve tehdidinden söz ederken; söz konusu kurumun Bilim Kurulu Üyeleri, dil istilası ve işgali karşısında neden susar?
Kontrolsüzce kullanılan yabancı kelimelerin, varsa yerli karşılıklarını piyasaya sürüp, yoksa yenilerini üreterek; dilimizi ve düşüncemizi koruma, geliştirme hassasiyeti gösteremezler mi? Bir yandan, halkı aydınlatacak açıklamalar yaparken; öte yandan, ilgili kadrolarla ve kurumlarla iletişim kurarak, "hukuki ve idari düzenlemeler" teklif edemezler mi?
Sonuç olarak; Türk Dil Kurumu'nun, dil cephesinde, nöbetinin başında olduğunu görmek ve bilmek istiyoruz. Uyumuşsa uyanmasını, uyanmışsa ses verip "asayiş berkemal" demesini bekliyoruz.
Zekeriya Erdim