Kendilerini "Türkiye'nin kurtarıcısı ve Cumhuriyet'in kurucusu" zannedip, devleti ve milleti vesayet altında tutmaya çalışan bir kesim var. Her mevsimde ve mahalde ortaya çıkan müzmin bir hastalığın tezahürleri gibi; sürekli "din düşmanlığı" yapıyorlar.
Öyle bir "virüs" kapmışlar ki tedavisi de yok, aşısı da bulunamıyor. Genlerine işlemiş bir ideolojik saplantının, zincirleme devam eden reaksiyonları yüzünden; akıl ve ruh sağlıklarından emin olunamıyor.
İşin kötüsü oldukları gibi görünüp, göründükleri gibi olarak arka planlarını açığa vuracak kadar dürüst ve cesur değiller. Vatanı ve milleti Selçuklu'dan, Osmanlı'dan, Türk-İslâm kültür ve medeniyetinden kurtarmış olmanın "sahte kahramanlığı" vehmi ile fiilen işgal edemedikleri ülkeleri ve toplumları fikren esir alan Batı-Hıristiyan kültür ve medeniyetinin "celladına âşık olma hayranlığı" arasında bir yerde; kimliksiz ve kişiliksiz zavallıların, müzmin "münafıklık" hali içindeler.
Semboller üzerinden sendromlara girerek, "çan" sesinden değil ama "ezan" sesinden rahatsız olma duygusunu yaşıyorlar. Bir yandan bin yıllık din, devlet, vatan, millet, kültür, medeniyet mirasının dokuz yüz yılını yok sayıp bizi köklerimizden koparmaya çalışırken; öte yandan, "Müslüman mahallesinde salyangoz satma" ikiyüzlülüğünü koruyorlar.
Geçtiğimiz günlerde, bu sosyal ve psikolojik hastalığın "salgına dönüşme" ihtimali belirdi. Ayrı yerlerde ve zamanlarda, aynı yahut benzer refleksler gösteren tapınak şövalyelerinin düşmanca eylemleri ve söylemleri; peş peşe devreye girdi.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ilk meclis binası; Hacı Bayram Camii'nde kılınan Cuma namazından sonra, dualarla ve tekbirlerle açılmıştı. Milli Mücadele yıllarının tüm cephelerinde ön saflarda bulunan sakallı, sarıklı, cübbeli hacılar, hocalar, din adamları; Meclis'in açılışında da, Gazi Mustafa Kemal'le birlikte, aynı safta yer almıştı.
İşte bu Cumhuriyet'in kurucusu ve koruyucusu olduklarını iddia eden sözde laikler ve Kemalistler; Yargıtay binasının açılışı sırasında, Diyanet İşleri Başkanı'nın dua etmesine tepki gösterdiler. Tele 1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ'ın ifadesiyle; "Böyle bir Türkiye olamaz, bu Orta Çağ ritüelidir" dediler.
Aslında "ateist" olduğu ve hayatı boyunca dine karşı kesimlerin yanında yer aldığı bilinen Ferhan Şensoy'un cesedi; dostları ve yakınları tarafından camiye getirilerek cenaze namazı kıldırıldı, dualarla defnedilip kaldırıldı. Tiyatro salonunda icra edilen özel törende sözcülük sorumluluğunu üstlenen Cihat Tamer'in ağzından, milletin bağrından çıkmış hükümetler "din bağımlısı" olmakla itham edilerek ve "Şimdi o, ağabeylerine kavuştu, hep birlikte, orada bir meyhanede kafayı çekiyorlardır" cümlesiyle Müslümanların ahiret inancı ile alay edilerek; dini bir ritüel, din düşmanlığına vesile yapıldı.
Yakın bir geçmişte, Ana Muhalefet Partisi'nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu; başörtülü kadınların yakalarına parti rozeti takarak, dindar kesime şirin görünme gayreti içine girmişti. Sonra da, Cem TV'de yayınlanan programda, başörtüsünü bağlamının dışına çıkarıp değersizleştirerek; "bir metrekarelik bez parçası" demişti.
Şimdilerde, aynı partinin eski milletvekili ve halen Bolu Belediye Başkanı olan Tanju Özcan; yeni bir "dışavurum" sembolü oldu. Sağlık sorunları sebebiyle çocuk sahibi olamayan başörtülü bir kadının, tüp bebek konusunda kendisinden yardım talep etmesini; katıldığı TV programında alaylı gülüşlerle ve ahlaksızca imalarda bulunarak aktarıp, iffet sahibi herkesi rahatsız edecek bir densizlikte bulundu.
İstiklal Harbi'nin Başkomutanı ve yeni Türkiye'nin kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım'ın başında; bugün adına "çarşaf" denilen örtü vardı. Kimileri silahlara mermi dolduran, kimileri omuzunda yahut sırtında cephane taşıyan, kimileri orduya katılıp cepheden cepheye koşturan, geride kalan erkekleri çobandeğneği ile kovalayan kahraman kadınlar; başörtülü yahut çarşaflı analar, bacılardı.
Bugün birileri, onların torunlarına hor ve hakir gören gözlerle bakıyorlar. Saygı duymak, hayırla anmak, hayranlıkla yad etmek, yeni nesillere rol model olarak göstermek yerine; denize döktüğümüz işgal kuvvetlerinin karada kalmış temsilcileri gibi, edepsizce çamur atıyorlar.
Balıkesir'in Edremit İlçesi'nin düşman işgalinden kurtuluşunun 99. yıldönümünde; yine CHP'li Belediye ile Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği tarafından, ortak bir anma ve kutlama programı yapıldı. Tören alanında, "çarşaflı ve zincire vurulmuş bir kadın" temsil edilip; sonra zincirleri çözülerek ve çarşafı yırtılarak, şapkadan tavşan çıkarır gibi güya "çağdaş kadın" ortaya çıkarıldı.
Saymakla bitecek gibi değil ama, son bir örnek daha verelim. Malum kesimin gazeteci, yazar güruhundan İsmail Saymaz'ın dilinden; bu hastalıklı zihniyetin, "Müslüman" ile "gayrımüslim" kimselere karşı takındıkları temel tavrı özetleyelim.
Türkiye'nin Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, sel felaketine uğrayan bölgelere ziyarete gittiğinde, münasebetsizce bir şey yapılmış gibi yorumlayıp; "Niye gitti, çamur deryası içinde cübbeyle gezmesinin ne manası var?" diyor. Katoliklerin ruhani lideri ve Vatikan Şehir Devleti'nin Başkanı Papa Francesco, deprem bölgesini ziyaret ettiğinde ise; O'na övgüler yağdırıp, "Bizde olsaydı, Diyanet İşleri Başkanı makam aracından iner miydi?" diye soruyor.
Anlaşılan o ki; bu hastalık, hiçbir zaman sona ermeyecek. Çarpık ideoloji virüsünün varisleri; aşı da olmayacak, tedavi sürecine de girmeyecek.
Bari içlerini tam olarak dışa vurup, kimliklerini açık etseler de; hangi işgal kuvvetlerinin içimizdeki uzantıları olduklarını bilsek. Çarşaflı kadınlara el uzatan Fransız askerlerine haddini bildirip, Maraş'a "kahraman" sıfatını kazandıran Sütçü İmam'ın torunları olarak; gerekirse, yeni bir seferberlik içine girsek.
Cumhuriyet'in ikinci yüzyılını idrak etmeden, bu sahte kurtarıcıların kurtulmalıyız. Azınlığın çoğunluğa hükmetmesi şeklinde tezahür eden zulme son verip; bedelini kanlarımızla ödediğimiz vatanın, artık gerçek sahipleri olmalıyız.
Başkalarının özgürlük alanlarına müdahale etmemek şartıyla; herkes kendi inancına göre yaşasın. Kanımıza, dinimize dokunacak şeyler yapılmasın; kimse kimsenin kimliğine, kişiliğine sataşamasın.
Hiç şüphesiz; huzur ve güven içinde, birlikte yaşamanın peşindeyiz. Evet, yumuşak başlıyız; ancak, herkese ve her şeye "eyvallah" diyecek kadar da "uysal koyun" değiliz.
Onlar hadlerini, hudutlarını bilsinler ki; biz de sınırlarımızı aşmayalım. Güneşe perde çekilip, gölge oyunu oynatılan bir dünyada; kuklacılar varken, kuklalarla uğraşmayalım.
Zekeriya Erdim