Bizim dilimizde ve düşüncemizde; "ilim" ile "irfan", genellikle birlikte zikredilir. Çünkü, bu ikisi; "tefekkür" kuşunun iki kanadı gibidir.
Ancak, bunlar; sadece örgün ve yaygın eğitim kurumlarında, okuyarak ve yazarak öğrenilmezler. İnsanlar; "hayat mektebi" içinde de yaparak, yaşayarak "âlim" ve "ârif" olabilirler.
20. Milli Eğitim Şurası sırasında, Bursa'da özel okulculuk yapan İsmail Güler hocamızla tanıştık. Ara boşluklarda sohbetler ettik, genellikle de eğitim üzerine konuştuk.
Bir ara, hayırla ve hayranlıkla anarak; rahmetli annesinden bahsetti. "O, bizim irfan okulumuzdu; hayatımıza yön veren pek çok şeyi, ondan öğrendik" dedi.
İlgimizi ve dikkatimizi çekti, biraz irdeledik. İlave sorularla, kastettiği şeyi anlamak istedik.
Hiç mektep, medrese görmemiş bir hanımefendiymiş. Okumayı, yazmayı; ileri yaşlarda, özel gayretlerle öğrenmiş.
Zorluklar, imkânsızlıklar içinde; hafız bile olmuş. Hayatının her aşamasında; bol bol Kur'an okuyor, dua ediyormuş.
İki temel derdi, davası varmış. Çocuklarını okutup adam etmek, ihtiyaç sahibi kimselere yardım eli olmak için yaşarmış.
Bu anlamda; "yürüyen vakıf" ve "yetiştiren okul" gibiymiş. Vefat ettiğinde; evlatları ve yakınları hocasını, iyilik ve yardım dairesi içinde bulunan kimseler hamisini kaybetmiş.
İsmail Hoca; "Cenaze ve taziye işlemlerinden hemen sonra, gözyaşları içinde, annemden öğrendiklerimi yazdım" diyordu. O gün bu gündür; iletişim içinde bulunduğu dostlarına ve yakınlarına, sahibi olduğu özel okulun öğretmenlerine ve öğrencilerine, yeri geldikçe anlatmaya devam ettiğini söylüyordu.
Özel istirhamımız üzerine, bize de özet bir metin gönderdi. Zaman içinde, annesinin hayatını ve hatıratını yazıp yollamaya söz verdi.
Bu vesileyle, Anadolu irfanının temsilcisi ve taşıyıcısı olan diğer anneleri ve babaları da hatırlamış olduk. Gereğine, önemine istinaden; tamamını değilse bile, bir kısmını okuyucularımızla paylaşma ihtiyacı duyduk.
İrfan okulundan öğrenilenleri, evlat diliyle ve üslubuyla özetleyelim. Bir annenin şahsında, binlerce anneye evlatlarına ithaf edelim.
Üniversiteyi bitirip, iş güç sahibi olduğumuzda; onu dinlendirmek, rahat ettirmek istedik. "Artık yorulmanı istemiyoruz; sırtındaki çuvalı, elindeki poşeti bırak" dedik.
Hem şaşırtan, hem de sorumluluklarımızı hatırlatan bir cevap verdi. "Siz okuyup adam oldunuz ama yardım eli uzatmam gereken başka İsmailler, İbrahimler de var. Canım sağ oldukça, sırtımdaki çuvalı da elimdeki poşeti de bırakamam" dedi.
Eski, ahşap evimizi yıkıp; yerine yeni ve betonarme bir bina dikmek istiyorduk. Kafamıza göre düzenleme yapabilmek için; bahçedeki yaşlı ağaçları da kesmeyi düşünüyorduk.
Annemiz, buna kesinlikle izin vermedi. "Evladım, başkalarının hayratını bitirmeye ne hakkınız var" dedi.
Öyle ya, bu ağaçları, yıllar önce birileri dikmişti. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar, böcekler meyvesinden yiyip istifade etmişti.
Ağaçlar kesilince, diken kimselerin hayratı da bitecekti. O günden sonra, ağaçlara bakışımız değişti.
Yoğun kış günleri, diz boyu kar ve şiddetli tipi varken bile; sırtında çuvalı, elinde poşeti ile bir yerlere gidiyordu. Aileden biri, hava muhalefetini gerekçe göstererek vazgeçirmeye çalıştığında; "İhtiyaçlar kar, kış dinlemez. Karnı aç, sırtı açık çocuklar beni beklerken; sıcak sobanın başında nasıl otururum" diyordu.
Gidip geldiği yerler arasında; bir zamanlar zengin iken, iflas edip fakir düşmüş bir aile de vardı. Gördükleri günden geri kalmışlar, hallerini belli etmekten utanıyorlardı.
Onlara da düzenli olarak yardım ederdi. "Evladım, siz düşenin elinden tutun ki; Allah da sizin elinizden tutsun" derdi.
Bir yere ziyaret vaki olduğunda, eli boş gitmezdi. Evine geleni de yedirip içirmeden, uygun bir hediye vermeden göndermezdi.
Elinin altında her zaman hediyelik şeyler olurdu. Hiçbir fark gözetmeden, ayırım yapmadan; muhatap olduğu herkese, cömertçe ikramlarda bulunurdu.
Sabahları tandırda lavaş pişirir, köyün fakirlerine yollamadan bize yedirmezdi. "Açlık ateşten gömlektir, giyilmez" sözünü dilinden düşürmezdi.
Kendisine kötülük yapan komşulara, akrabalara bile iyilik ederdi. "Düşmanlık nefsimin, dostluk ve yakınlık Rabbimin emridir" derdi.
Modern anlamda akademik, pedagojik formasyonu yoktu. Fakat, çocuk yetiştirmenin sırlarını; bizden daha iyi biliyordu.
Söylemleri arasında; "Çocuk yer oyuna, çoban yer koyuna gider" atasözü vardı. Karnımızı doyurur, oyunumuzu oynatır; sonra ders başına oturtup, düzenli takip ederek çalışmamızı sağlardı.
Ayrıca; duanın psikolojik ve pedagojik değerini bilirdi. Zihnimizin açıklığı, gönlümüzün ferahlığı, dilimizin tesir gücü, bedenimizin sağlığı, yolumuzun doğruluğu, yumuşumuzun hayırlı olması için; Kur'an okur, dua ederdi.
Bir gün; "Bunca çile ve cefa içinde, hiç bunalıma girdin mi?" diye sorduk. Bilgece bir gülümseyişin ardından; "Allah varsa, gam yoktur. Ne zaman yüreğim daralsa; Kur'an okur, namaz kılar, dua eder, Rabbime sığınırım" cevabını aldık.
Böyle analara, gani gani rahmet olsun. Yeni yetme anneler de onların izlerinden gitsinler ki, yerleri dolsun.
Zekeriya Erdim