Diyarbekir'den söz etmişken, devam edelim..
1963 yaz aylarında Kıbrıs'da Rum Kilisesi Başpiskoposu ve de 1959-60'da, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında imzalanan 'Londra ve Zurich Antlaşmaları'yla oluşan Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanlığı'na gelen Makarios, Türkiye'nin elini-kolunu, Türkiye içindeki sıkıntılardan istifade ederek bağlamaya çalışıyor ve söz konusu andlaşmaları imzalayan Başvekil Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüşdî Zorlu'nun îdâm edilmesini, Türkiye'deki Yönetim'in barbarlığının bir örneği olarak gösterip, yeni Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Yardımcılığı'nı elinde bulunduran Türk tarafının uzlaşmaz bir tutum takındığını, Hükûmet toplantılarına katılmadığını ve Hükûmet'in çalışamaz duruma getirildiğini filan söz konusu etmeye başlamıştı ki, o sırada da Kıbrıs'da Müslüman-Türk unsurlara karşı EOKA çetelerince girişilen kanlı baskılar ve kadın, çocuk ve savunmasız erkekler olmak üzere, onlarca sivil insanın katledilmesine bir tepki olarak, Başbakan İsmet İnönü başkanlığındaki Hükûmet, Kıbrıs'a bir savaş uçağı filosu gönderip , bazı hassas noktaları savaş uçaklarıyla vurdurunca.. (Ki, Cengiz Topel isimli bir pilot binbaşı da uçağının düşürülmesi sonunda hayatını kaybetmişti.) Türkiye, 1963 ortalarından itibaren, kendi hukukunu ve yetkisini korumaya azimli gözükürken, -hele de Amerikan Başkanı L. Johnson'un Kıbrıs Buhranı sebebiyle yazdığı, 'Limanlarınız, barajlarınız, demir yollarınız, havaalanlarınız, sanayi tesisleriniz bombardıman edilebilir..' gibi tehditlerin yer aldığı ve 'Johnson Mektubu' diye bilinen tehdidinden sonra, USA- TC ilişkileri iyice gerilmeye başlamıştı. İsmet İnönü, 'Gerektiğinde dünya yeniden kurulur ve Türkiye de o dünyadaki yerini alır..' diye bir açıklama yapmıştı.
Ancak, İnönü'nün sözünü ettiği Yeni Dünya ne ve nasıl olabilirdi?
Üstelik de, aynı zaman diliminde, Türkiye'yle (o zaman Avrupa Ortak Pazarı diye anılan) Avrupa Birliği ile üyelik konusunda Aralık-1963'de imzalanan Ankara Andlaşması sırasında aynı İnönü, 'Biz bu andlaşmayı imzalamakla bir ekonomik birliğe katılma azmimizi göstermiyoruz; 200 yıllık bir Batılılaşma hayalimizin gerçekleşmesi yönünde büyük bir adım atıyoruz.' diyordu, özet ana fikir olarak.. Böyle olunca da, o zamanlar 40 senedir, İnönü ve kendisi gibi düşünen kadroların elinde olan Türkiye, Garb dünyasına o 200 yıllık meftunluğundan uzaklaşarak, kurulacak yeni bir dünyada yer alabilir miydi ve öyle bir dünyada kendisine yer bulabilir miydi?
*
Evet, adına, Cumhuriyet denilse de, 40 yılı aşkın bir zamandır, yeni tip bir saltanat, askerî bir vesayet altında bir bürokratik oligarşi düzeni kurmuş olan laik-kemalist kadrolar, toprak reformu sözüne kendi içlerinde pek çok toprak ağaları ve kompradorlar ve mütegallibe sınıfı olsa bile, yine de sahib çıkıyorlardı. Çoğu toprakla işi olmayan kimseler oldukları halde o rüzgâra kapılmışlardı.
Gazetelerin manşetlerinde devamlı toprak reformundan söz ediliyordu. O kadar ki, toprağı saksıda veya parklarda görenler bile, ne olduğunu pek bilmedikleri toprak konusunda ahkâm kesiyorlardı. (Nitekim, 12 Mart 1971 Askerî Darbesi'nden sonra, ülke yönetimine el koyan TSK generallerinin hemen her biri de toprak reformu yapılması gerektiğinden söz ediyorlar ve amma toprak üzerine nasıl bir düzenleme yapılacağını bilmiyorlardı. Hattâ, o kadar ki, zamanın Deniz Kuv. Kom. olan bir Oramiral, 'Yahu, yıllardan beri işitip duruyoruz toprak reformu lafını, ne, nasıl yapılacaksa yapılsın da bitsin bu iş!' diye beyanat verecek kadar vâkıf (!) idi o konuya.. 1971'lerden sonraki öğrenci hareketlerinin tanınmış bir solcu öğrenci lideri de, bu durumu daha hâtıratında ifade ederken, 'Dedem, 1930'lu yıllarda CHP'nin Ege Bölgesi müfettişlerindendi. Babam da Ankara Valisi idi.. Biz ise, ellerimizde nasır görmediğimiz halde, nasırlı ellerden, ezilen sınıflardan söz ediyor; köylülere propaganda broşürleri dağıtıyorduk. Halkımız bizi her gidişimizde daha bir ilgiyle karşılıyor ve o broşürlerden istiyorlardı. Demek ki çok okuyorlar sanmıştık.. Ama, sonra anladık ki, yurt dışında ve ince pelür kağıda basılan o broşürler sigara sarmaya çok elverişli imişler. Halkımız o broşürleri onun için o kadar arzulu bir şekilde bekliyorlarmış!' diyecekti, özetle..)
*
O günlerde halkın yüzde 70 kadarının köylerde yaşadığı göz önüne alındığında da 'toprak reformu' tartışması fazla bir şey ifade etmiyor, köylüler genel olarak, fazla bir şey anlamıyor ve bilmiyorlardı. Konu daha çok ülkenin Doğu ve Güneydoğu'sundaki sosyal yapıyla ilgiliydi. Çünkü orada, aşiret yapısı, feodal bir yapı hâlâ hükümfermâ idi. Büyük topraklara ve hattâ köylere sahib olan Ağa veya Şeyhler, o topraklarda çalışan köylüleri bugün tasavvur edilemeyecek derece köle gibi kullanıyorlar ve o insanlar, hastalarını doktora götürmek için bile Ağa'dan izin almak ve çocuklarını okutmak için, Ağa'nın izni olmaksızın başka şehirlere gönderdiklerinde de ağır bedeller ödemek zorunda kalıyorlardı. Halbuki o yapı ülkenin diğer yerlerinde söz konusu değildi. Hele de Karadeniz'de zâten ekime, ziraate elverişli toprak yoktu.. İç Anadolu ve Ege'de ise, küçük veya büyük topraklar var idiyse bile, oralarda da, Ağa sistemi ve insanları köle gibi çalıştıran bir sosyal yapı çok göze çarpmıyordu..
Güneydoğu'da ise, büyük topraklar bölünüp, topraksız köylüye kur'a çekilerek verilince, küçülen topraklarda teknik tarım imkânı ortadan kalkıyor, küçücük tarlalara traktör, eker-biçer vs. gibi vasıtalar sokulamıyor; bu da randımanı büyük çapta düşürüyordu. Daha da ilginç olan ise, toprak sahibi olan insanlar toprağı nasıl işleyeceklerini bilmiyorlar, ayrıca bölünen toprakların verim açısından mahiyetine bakılmadan, kıraç ve bayır gibi verimsiz yerler bile topraksız insanlara 'toprak' diye veriliyor ve o yerlerin sadece bahar aylarında hayvan otlatmaktan başka bir işe yaramadığı, ancak uygulamada görülüyor; verimli yerleri ise, o toprak sahibi olan, ama toprağı işleyecek teknik imkânlar ne kelime, karasabanla işleyecek sığırlara bile sahib olmadıklarından, tapuya işlemeksizin, zengin olanlara ufak maddî karşılıklarla kiralıyorlar ve eski yapı dolaylı şekilde yine korunmuş oluyordu.
Ama, sosyal bünyeyi tehdit etmesinden endişe edilen bu gibi oynamalar, dar gelirli köylüler arasında bile ve daha çok da örtülü marksist teorilerle sosyal düzen tartışmalarını yaptırıyordu. O zamanlar henüz, hele de Güneydoğu'da etnik tartışmalar -en azından- yaygın ve açık şekilde yapılmıyordu.. Bu bakımdan, İstanbul'daki lüks hayatlarını sürdüren solcu ideolojik patronlar bu durumu bile kendi hayalleri açısından ümid verici bir gelişme olarak değerlendiriyorlardı. Ecevit de, 'Toprak işleyenin, su kullananın..' sloganına sarılmıştı da, bu sloganın köylünün hayatında bir karşılığı yoktu. Üstelik de, bırakalım büyük toprak ağalarının durumunu, küçücük topraklara sahip ve güçbelâ yaşayan milyonlar bile, bu sloganın kendi hayatlarına tatbik edilmesi halinde nasıl bir sosyal karmaşa ve kaosla karşılaşabileceklerini tahmin ediyorlardı. Çünkü, köylük yerlerde fakirlik yüzünden, bir evleklik küçük bir toprak yüzünden, ya da tarlaların çalılık araziye doğru hafif bir genişletilmesinden, ya da miras taksiminde çekilen kur'ada kendisine istemediği yerlerin düşmesi ya da dere sularıyla tarlaları sulamak konusunda çıkan tartışmalardan sebebiyle, kardeşler arası kavgalar ve hattâ cinayetler bile eksilmiyordu.
Böyle olunca, 'Toprak işleyenin, su kullananın..' nasıl olacaktı?
Bu tartışma giderek büyüyor, kapitalizm ile komünizm sistemleri arasındaki ideolojik farklılıklar siyaset plânında uygulamaya geçirilmek istendiğinde, global bir 'Soğuk Savaş'ın bütün silahları ve silahşörleri de meydana sürülüyordu.
Hele de, İsmet İnönü, kendilerinin 'Ortanın solu'nda olduklarını ilân edince.. O çevrelerin heyecanı daha bir artmıştı. Ama, karşı taraf da, hemen 'sol'un uğursuz bir kelime olduğu, halkın İslamî inanç temelleriyle zıdlaştığı açısından da halk kitlelerine aktarılıyordu. Komunizmle Mücadele Dernekleri de bu tartışmalara benzinle gidiyordu..
Halbuki, dünyada, ideolojik ve politik terminolojide ifade edilen 'sağ-sol' terimleriyle, İslam'ın 'Ashâb-ı meş'eme (Hesab Günü'nde, Âhiret'te amel defterleri sol ellerinden verilecek olan kötü amel sahibleri) ve Ashab-ı Meymene' (Hesab Günü'nde, amel defterleri sağ ellerinden verilecek olan hayırlı kimseler' terimleriyle anlatılan taraflar arasında bir ilgi yoktu.. Siyaset ve ideoloji alanında kullanılan sağ ve sol terimleri, 1789-Fransız İhtilali sırasında, İhtilal Meclisi'nin toplantılarında, Montanyar'lar ve Gironden'ler gibi gruplaşmalar da ortaya çıkınca.. Başkan'a göre Meclis'in sol tarafında ve amma kendilerine göre sağ tarafında oturanlar için kullanılmıştı, ilk kez olarak.. Çünkü, Meclis'te kendilerine göre sağda otursalar bile, Başkan'a göre solda olanlar ikide bir gürültü ve kavgalar çıkardıkları için Başkan onları soldakiler mânâsında, 'Solcular' /Gauchist'ler yine kavga çıkarıyorsunuz..' gibi sık sık azarladığı ve Meclis'in -kendilerine göre solunda, ama Başkan'a göre sağında bulunanlar da, soldakilerin sosyal karmaşa getirecek getirecek önerilerine karşı, düzeni savundukları için sağcılar diye isimlendirilmişlerdi. Yani, bizim toplumumuzda geçerli olan Sağ ve Sol terimleriyle hiç alâkası yoktu. Ama, bizde Solcu denilenler, gerçekte o zamanlar için, 50 yıllık denilebilecek düzenlerini korumak için her yolu denerken, bir de halkın inanç yapısına uzak bir tavır içinde olduklarından ve halkın inanç dünyası ve değerleriyle savaşla halinde olduklarından, halkın Sol deyince anladığı uğursuzluğu da temsil ediyor duruma düşüyorlardı.
*
Diyarbekir'de, bir dr. Müdürümüz vardı.. bir gün siyasî konuları konuşurken, İnönü'yü, o günlerdeki havaya uygun olarak, 'solcu' olarak nitelediğimde, öyle bir bozulmuş ve kızmıştı ki, 'Yarım asırlık büyük devlet adamına nasıl solcu dersin?' diye küplere binmişti.
Ama, iki gün sonra, İnönü, 'Biz ortanın solundayız..' deyince ve 'N'aber müdür bey, İsmet paşa neymiş?' dediğimde, 'Haaa, İsmet Paşa dediyse, demek ki biz sol deyince yanlış bir şey sanıyormuşuz, şimdi durum değişti..' demişti..
O dönemde, solcu sayılan İdris Küçükömer isimli bir prof. ise, daha ilginç ve doğruya yakın bir şey söylüyordu, dünyadaki ideolojik terminoloji açısından..
O, 'Bizde solcu denilenler gerçekte sağcıdırlar ve sağcı denilenler ise, gerçekte bu düzeni değiştirmeyi istemek mânâsında, solcudurlar..' diye ilginç bir görüş ortaya atıyor ve bu da kafaları daha bir karıştırıyordu.
O günlerde siyaset sahnesine yeni bir ses olarak çıkan Prof. Necmeddin Erbakan ise, 'Solcuların bu düzenle ilgili teşhislerinde genelde birleşiyoruz, ama tedavide çok farklı yöntemler öneriyoruz..' diyordu..
*