Genel bir gaflet ya da atalet sebebiyle; sahip olduğumuz şeylerin değerini, kaybettiğimiz zaman anlarız. Allah'ın bize lutfettiği, ikram ettiği nimetleri tepe tepe kullanır; fakat, çoğunlukla, şükrünü eda etmeden yaşarız.
Kişisel, kurumsal, toplumsal ihtiyaçlarımızı karşılamak için; zaman zaman, hatta sık sık, limitsiz ve faizsiz olarak kullandığımız büyük bir "kredi kaynağı"mız var. Yerli ve yabancı uzmanlar, bu sihirli kaynağa; kısaca, "sosyal sermaye" diyorlar.
Değişik tarihlerde bizzat bizim yaşadığımız ya da başkalarının yaşadığına şahit olduğumuz "ekonomik kriz"ler sırasında; önemli bir durum tesbiti, tekrar tekrar gündeme geliyor. Dünyanın değişik ülkelerinde ve bölgelerinde, ekonomik krizlerin "sosyal patlama"lara sebep olduğu; Türkiye'de ise, toplumdaki "dayanışma ruhu" sayesinde, bu tür krizlerin daha kolay atlatıldığı söyleniyor.
Çünkü bizim, inancımız ve örfümüz, yani dini ve milli değerlerimiz; aileden yakın ve uzak akrabaya, komşudan dosta ve arkadaşa, misafirden yolcuya ve yoldaşa, hemşehriden her türlü vatandaşa, millet ve ümmet mensubundan mazlum ve mağdur insanlık ailesine kadar "iyilik ve yardımlaşma" içinde olmayı emrediyor. Allah'ın "Rahman" sıfatının manası ve maksadı; O'na samimiyetle iman eden ve inancını "salih amel"e dönüştüren kullarının hayatında, dalga dalga büyüyen ve gelişen bir "şefkat ve merhamet deryası" haline geliyor.
Onun içindir ki; savaşların, kıtlıkların, doğal afetlerin, hastalıkların, ölümlerin, sakatlıkların, sahipsizliklerin, yalnızlıkların sosyal, psikolojik, idari, ekonomik yaralarını daha kolay, daha hızlı sarıyoruz. "Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için" anlayışı yahut "Herkesin huzur ve güven içinde olmadığı bir dünya, hiç kimse için huzurlu ve güvenli değildir" inancı ile hareket edip; evimiz ve ailemiz, ülkemiz ve toplumumuz, dünyamız ve insanlık alemi olarak öleceksek birlikte ölüyor, yaşayacaksak birlikte yaşıyoruz.
Bu bizim; ihtiyaç halinde, kendiliğinden ortaya çıkan "milli karakter"imiz. Dostlarımızın da düşmanlarımızın da yeteri kadar farkında olmadıkları için hesaba katmadıkları; kara günde kabarıp taşan "derin sermaye"miz.
MİLLETİMİN ANASI
Tarihimiz ve sosyal tecrübelerimiz açıkça gösteriyor ki; Anadolu insanının kadını da, erkeği de, kendi çapında kahramandır. Özverinin, iyilik ve yardımda öne çıkmanın; filmlere, dizilere konu olacak kadar çok örnekleri, öyküleri vardır.
Ancak, kadınlarımızın ve kızlarımızın vefakarlıkları, cefakarlıkları, diğerkamlıkları, fedakarlıkları; dillere destan olacak düzeydedir. Her bir anamız ve bacımız, özellikle yurdunu ve yuvasını koruma konusunda; bin canı varsa, gerektiğinde binini de verir.
Genç yaşta dul kalan anaların çoğu; çocuklarını el eline baktırmamak için, bir daha evlenmezler. Teklifleri reddeder, talepleri geri çevirir; "Benim de hayatım ve hakkım var" demezler.
Herhangi bir sebeple boşanma söz konusu olduğunda; istisna durumlar dışında, henüz reşit olmayan çocuklar ve gençler anaya verilir. Çünkü onun, canı pahasına sahip çıkıp himaye edeceği; herkes tarafından bilinir, kabul edilir.
Çevremizdeki yüzlerce, binlerce örnekten biri olarak; bizim anamız da genç denilebilecek yaşta dul kalmıştı. Ön açıcı, teşvik edici, destekleyici beyanlara rağmen kendisini çocuklarına adayıp; her birisi kendi yuvasını kuruncaya kadar, evinin ve ailesinin hem kadını hem erkeği olmuştu.
Bu sahiplenme anlayışı ve işleyişi; anasının ve babasının ölümlerinden sonra, kendisinden küçük olan kardeşlerini de içine aldı. Yıllarca, bir güne iki aktif mesaiyi sığdırıp; her iki aile için de, hiç şüphesiz "çadırın orta direği" oldu.
Şimdilerde, yaşlılığa merdiven dayamış bir yetişkin olarak; anamın o derleyip toparlayıcı, kuşatıp kucaklayıcı, kanat gerip kollayıcı tavrını arıyorum, anıyorum. Ara sıra, onun şahsında tüm Anadolu kadınlarına ithaf ettiğim manzum hikayeden; mısralar, beyitler mırıldanıyorum:
Saçlarına ak düşmüş, sarı benizli kadın;
Çağlar sana baş eğer, tarihe geçse adın,
Ey insanın büyüğü, kadınlığın en ası;
Selam sana binlerce, milletimin anası.
MUTLULUĞUN MERKEZİ
Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yapılan muhtelif araştırmalar; bizim "sosyal sermaye"mizin sırlarını ve sınırlarını açıkça ortaya koyuyor. Her zaman, her yerde arayıp durduğumuz "mutluluk duygusu"nun merkezinde aile ve akraba çevresinin bulunduğunu; bu sosyal ilişki ağının kaynağında ise, dini ve milli değerlerimizin yer aldığını tekrar tekrar göstermiş oluyor.
İnsanların birbirine yaklaşmalarında, aynı kaderi paylaşıp bütünleşmelerinde, bağımsız "fertler" olmaktan kurtulup birleşik "toplum"a dönüşmelerinde öne çıkan sosyal olaylar; bayram buluşmaları, cenaze ve taziye programları, nişan ve düğün törenleri, hasta ve bebek ziyaretleri, hac ve umre tebrikleri, asker uğurlama ve karşılama etkinlikleri. Buna ilave edilmesi gereken bir başka şey ise; olağan şartlarda kesintisiz devam eden, olağanüstü hallerde kat kat yükselen iyilik ve yardımlaşma seferberlikleri.
Bütün bunları, hem "görev" bilip yerine getiriyor; hem de "hayır" işlemenin hazzını alıyoruz. "Alan el" durumuna düştüğümüzde, birilerinin sahip çıkıp destek olacağına inanarak "güven" duyuyor; "veren el" olma fırsatını bulduğumuzda, bunu bir "ihsan" kabul ederek mutlu oluyoruz.
Dini ve milli değerlerimizden uzaklaşanlar; sosyal sermayemizin rahmetinden ve bereketinden mahrum kalıyorlar. Yaşarken de, ölürken de; suyu kesik değirmenler gibi sönük oluyorlar.
Yetişme çağındaki çocuklarımıza ve gençlerimize; bu bilgiyi aktarmalı, bu bilinci aşılamalıyız. Kendi hayatımızda hassasiyetle uygulayıp; onlar için iyi örnekler ve öncüler olmalıyız.