Ramazan ayına ve oruç ibadetine dair ele alacağımız konuların ilkine bugün başlayacağımızı ifade etmiştik. Yarın akşam ilk teravihlerin kılınacağı ve seher vaktinde uyanarak, sahur sofrasında yiyeceğimiz "sahur yemeği" ile ilk günün orucuna niyet edeceğimiz kutlu zamanın, arefesini yaşamaktayız bugün… Daha bugünden konuya dair bilgileri ele almak istememizin en önemli sebebi, bazı bilgileri paylaşarak manevi hazırlığımızı tamamlamaya katkıda bulunma arzusudur. Umarız ki, dile getireceğimiz konular bu yönde bir değerli bir katkı olur…
ORUÇLA İLGİLİ AYETLER BİZE NELER SÖYLER?
Oruçla ilgili hükümlerin, Kur'an-ı Kerim'in Bakara suresinin 183-187 ayetlerinde yer aldığını biliyoruz. Bu ayetlerin ilki olan 183. ayette şöyle buyrulmaktadır: "Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de oruç farz kılındı. Umulur ki, bu sayede takva sahibi kimseler olursunuz (lealleküm tettekun)."
İslam alimleri ve bazı müfessirler, "Ey iman edenler!" hitabını, Allah'ın kullarına en değerli hitabı olarak görmektedirler. Zira şayet Allah Teâlâ'nın, "Ey iman edenler/Ey Mümin kullarım" şeklindeki hitabını bizzat kulaklarımızla duyabilme imkanımız olsaydı, vereceğimiz cevapla "Buyur Allah'ım! Buyur! Emirlerine hazırım; ne buyurursan razıyım" derdik… İşte adeta bu minval üzere gerçekleşen hitabıyla Rabbimiz Teâlâ buyuruyor ki; "Ey Mümin kullarım! Ben sizden önceki ümmetlere farz kıldığım gibi oruç ibadetini size de farz kıldım. Bu ibadeti size de farz olarak yazdım ki, onu tutasınız; o da ellerinizden tutup sizi takva sahibi kimselerin mertebesine yükseltsin."
Orucun, kişiye kazandıracağı "takvâ" nasıl bir makam, nasıl bir mertebedir ki, bu ibadet en önce onunla irtibatlandırılıyor?
ORUÇTAN ALACAĞIMIZ İLK DERSİMİZ: TAKVA
Takva kelimesinin sözlük manaları üzerinde durmayacağız. Ancak İslam kültüründe ona öyle bir anlam yüklenmiştir ki, takva, Enbiyâ dediğimiz Kutlu Elçilerin; Evliyâ olarak bilinen Allah Dostlarının ideal olarak benimsedikleri ve gönüllerinde sakladıkları en yüce makamdır, dersek mübalağa etmiş olmayız. Zira takva, bir müminin, "Allah'a kul olma şuurunu bütün benliğiyle yaşamasıdır."… Bu bağlamda takva, "Ben sana kulluğumla mutluyum ve ben Senden razıyım, Sen de benden razı ol, başka bir şey istemem ya Rabbi" demektir… Yine, "Ey Rabbim! Sen bana neyi emrettiysen baş üstüne! Bana neyi haram kıldıysan işittim ve itaat ettim" ikrarında bulunmaktır… Şunu da önemle belirtmek gerekir ki, takva'nın özünü teşkil eden "kulluk şuuru", günümüz neslinin, "özgürlüğünün önündeki engel olarak gördüğü kölelik, esaret ve tutsaklık" ise hiç değildir!. Zira "ubûdiyyet/ibadet" kavramları, "esaret/tutsaklık" ile eşdeğer değildir. Bilakis Allah'a gerçek manada kul olan, şeytana, nefsine ve dahi tüm fani kullara ve eşyaya tutsak olmaktan kurtulan, gerçek anlamda özgürlüğü yaşayan kişidir. Belki bu sebeple Hz. Mevlânâ şöyle diyordu:
"Kul oldum. Ben Rabbime kul oldum.
O'nun yüce kapısında bir vasıfsız kul oldum.
Her esir mutluluğa kavuşur hür olunca,
Bense O'nun kapısında kul olmaktan mutluyum…"
Öte yandan Kur'an-ı Kerim'in ilk ayetlerinde takva sahipleri övülerek, "Bu Kur'an, müttakiler için bir hidayet rehberidir!" denilmekte, sonra da bu kimselerin "görünmeyen (gayb) alemine iman eden, namazlarını gereği gibi kılan ve Allah'ın verdiklerinden yine Allah için verenler" olduğu açıklanmaktadır (Bkz. Bakara, 2-3). O halde Kur'an'ın hidayet nuruna muhatap olmak için önce takva sahibi olmak gerek, bu mertebeye nail olmak için de önemli bir vesile olan oruca tutunmak, ona sarılmak ve onu, hakkını vererek tutmak gerek…
RİYANIN KARIŞMADIĞI İBADET: ORUÇ…
Allah Teâlâ'nın, bize buyrukları bazen hadis-i kudsî denilen sözlerle peygamberimizin dilinden sunulur. Onlardan birinde Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Oruç, sadece benim için tutulan bir ibadettir. Bu sebeple onun mükâfatını /sevabını/ karşılığını Ben takdir vereceğim, Ben edeceğim." İbadetler için en düşük seviyedeki karşılık 1'e 10 iken ve bazen Allah'ın razı olduğu bir salih amele verilecek karşılık 700 katına çıkabilmekte iken, oruç için böyle bir sınırlayıcı takdir söz konusu değildir. Bir mümin kul, Rabbine bu ibadeti hangi ihlas ve samimiyet derecesinde yerine getirmişse, hangi güzel ahlakî özellikleri orucuna arkadaş eylemişse, hangi hata ve günahlardan kendini, kalbini, dilini, gözünü, kulağını, elini ve ayağını alıkoymuşsa, bir ismi el-Cevvâd, bir ismi de el-Kerîm olan, sonsuz kerem ve cömertlik sahibi Rabbimiz Teâlâ, işte o kulun sevabını bütün ölçüler dışında şanına layık bir şekilde öylesine verecektir ki, kulun hem dünyadayken iftar anında duyacağı bir sevinç bunun işareti olacak hem de mahşer gününde mizanında çok ağır gelen sevabıyla ona ikinci kez bu sevinç yaşatılacaktır… Bütün mesele kulun kendisine işte bu iki sevinç anını yaşatacak kıvamda oruçlar tutabilmesidir. Sözlerimizi Sevgili Peygamberimizin (sav) bir hadis-i şerifiyle desteklemek isteriz. Şöyle buyuruyor Resûl-i Ekrem: "Oruçlunun iki sevinci vardır. Bir sevinci iftar anında duyduğu sevinç, diğeri ise Rabbiyle karşılaştığı zamanki sevincidir…"
Tutulan orucun makbuliyetinin ilk işareti iftar anında duyulan sevinçtir. Bu sevinci duyuyorsak ne âlâ, şayet duyamıyorsak o zaman orucumuzda birtakım eksikliklerin/engelleyici sebeplerin varlığından söz edebiliriz. Bunların başında gelen şey, sahura kalkma hususunda gereken hassasiyeti göstermeyişimiz, sahura kalkma işini önemsemeyişimizdir. Müstakil bir konu olarak ele alıp incelememizi gerektirecek öneme sahip bu mevzuda gelecek yazımızda "size anlatacaklarımız var", diyerek sözlerimizi tamamlamak isteriz.
Yarın idrak edeceğiniz mübarek ayın feyiz ve bereketi sizi tâ bugünden itibaren sarıp sarmalasın, geceniz ve Cuma gününüz mübarek olsun ve bu maneviyatı yoğun saatler, sizi ilk seherin feyzine ve ilk sahurun bereketine ulaştırsın niyazıyla…
Mehmet Emin Ay