Bizim kültür ve medeniyet değerlerimize göre; insanın içinin ve dışının bir, özünün ve sözünün aynı olması gerekir. Olduğumuz gibi görünüp, göründüğümüz gibi olmak; kadim hayat düsturlarımızdan biridir.
Adına "iman" denilen inanma ve yaşama süreci; dil ile ikrar, kalp ile tasdik edilerek ve hal ile de hayata geçirilerek tamamlanır. Din anlayışında ve yaşayışında; "ilim-iman-amel-tavır" bütünlüğü vardır.
Çünkü; inandıkları gibi yaşamayanlar veya yaşayamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. İnanmadıkları halde, inanıyormuş gibi yapanlar; dini literatürde, "münafık" olarak tanımlanırlar.
Cumhuriyet tarihi boyunca, insanların büyük bir çoğunluğu; inanmadıkları, hatta ikrah edecek derecede uzak durdukları şeyleri yapmak ve yaşamak zorunda bırakıldı. Devletin fikri ve fiili dayatmaları yüzünden; renkten renge, kalıptan kalıba girilerek "takiye" yapıldı.
Yaşadığımız travmalar, benliğimizde kalıcı izler bırakmış olmalı ki; söz konusu ikircikli durumun, bugün de yansımalarını görüyoruz. Uzun ve yüksek atlamalı engelleri aşarak, düzlüğe ulaşanların bile; eski anlayışlarını ya da alışkanlıklarını, zaman zaman devam ettirdiklerine şahit oluyoruz.
KAŞIDIKÇA KANAYAN YARALAR
Kişisel, kurumsal, toplumsal hafızamızda; kabuk bağlamış nice yaralar var. Dokundukça, derinden sızlıyor; kaşıdıkça, yeniden kavlayıp kanıyorlar.
Devletler kurmuş, medeniyetler oluşturmuş bir milletin evlatları iken; kütük kovuğundan çıkmış bir nesle dönüştürüldük. Kıtaları aşan, okyanuslara ulaşan hali ve hayali terk edip; küçük bir adada, "sığıntı" durumuna düşürüldük.
Alfabemizi değiştirdiler; tarihi ve kültürel geçmişimizle, bağımız ve bağlantımız kesildi. Avamından havasına, koskoca millet; bir gecede, okuma-yazma bilmeyen "cahiller" güruhu haline getirildi.
Şapka giymeyenler, "asi" ilan edildi; darağaçlarında sallandı. Düzmece İstiklal Mahkemeleri kurularak, insanlar önce "infaz" edilip sonra hükümleri verildi; millet ağacının, en görkemli dalları budandı.
Camilerimizi işgal ettiler; kimi "ahır", kimi "depo" oldu. Müminleri selaha, felaha çağırıp "tevhid" sancağı altında birleştiren, bütünleştiren ezanlar; tahrif edildi ve susturuldu.
Allah'ın Kitabı'nı okumak ve okutmak; bir zamanlar "suç" sayıldı. Gizli zamanlarda, saklı mekanlarda yapmaya devam edenler; suçüstü yakalanıp, mahpushanelere koyuldu.
Kadının başörtüsü, erkeğin sakalı; "suç aleti ve alameti" olarak tarif edildi. Onların kamu kurumlarına ve kuruluşlarına girmelerini engellemek için; hukuki ve idari yasaklar getirildi.
Yeni düzenin düzenbazları; Kemalizmi "din", Anıtkabir'i "merkez mabet", kamu kurumlarında ve şehir meydanlarında oluşturulan özel mekanları "şube mescit" gibi tarif edip tanımladılar. Çocukları, gençleri, yetişkinleri, yaşlıları; belirli periyotlarla tekrar edilen, "tapınma ritüeli" uygulamalarına zorladılar.
Bu gidişe "dur" deyip, millet iradesini ikâme etmeye kalkışanlar; Başbakan olsalar bile, uydurma iddialarla ipe çekildiler. Halkı temsil etme niyeti ve gayreti içinde olan siyaset adamları, bürokratlar, aydınlar, yöneticiler; "darbe hükümetleri" aracılığıyla, sorgusuz sualsiz bertaraf edildiler.
Son yıllarda, bu engellerin çoğunu aştık. Bir neslin ortak kaderi haline gelen sosyal ve siyasal mücadelelerin sonunda; "öz yurdunda parya" olmaktan kurtulup, "devletin ve milletin asli unsuru" olma şerefine ulaştık.
Ancak; değişik vesilelerle, geçmişi hortlatan yahut hatırlatan söylemler, eylemler oluyor. Hafıza-i beşer nisyan ile malül olduğu için; zamanla, yaşananlar unutuluyor.
İşin daha da kötüsü; hakikat yolunun yolcusu olduğuna inandığımız kimselerin, güneşi perdeleyen gölgeleri benimsemesi. Meşhur değişim, dönüşüm sendromu tanımlamasında olduğu gibi; maktülün, katiline benzemesi.
KADINLARA VERİLEN HAKLAR
Rivayeta göre; 5 Aralık, "dünya kadın hakları günü"ymüş. Ayrıca; Türk kadınına "seçme ve seçilme hakkı" verilmesinin, 86. yıl dönümüymüş.
Bunun için; çeşitli kişiler ve kurumlar tarafından, tebrik ve kutlama amaçlı paylaşımlar yapıldı. Ancak; bazı gerçekler ya unutuldu, yahut bilerek-isteyerek hasır altına atıldı.
Aslında, bizde kadın hakları mücadelesi; Tanzimat'ın ilanından sonra başlatılmıştı. Zorunlu eğitime, belli bir tarihten sonra kız çocukları da dahil edilmiş; onlar için özel lise ve üniversite bile açılmıştı.
Kadın hareketinin öncüleri, 1923 yılında; "Kadınlar Halk Fırkası" adıyla, bir kadın partisi kurmak istediler. Dönemin siyasi kadroları ve kurumları tarafından, buna izin verilmediği için; çalışmalarını, dernek kimliği altında devam ettirdiler.
Cumhuriyetin ilk yılları; kadınlar için, "seçme ve seçilme hakkı" talepleriyle geçmişti. Hemen her seferinde, devletin en yüksek makamından; "askerlik yapmadığınız için, buna hakkınız yok" cevabı gelmişti.
Liseli bir genç kızın, okulunu ziyaret eden Mustafa Kemal'e, İstiklal Harbi'nin kadın kahramanlarını hatırlatarak, "Paşam bu askerlik değil mi?" diye sorması; bardağı taşıran son damla oldu. İddiaların aksine; dünyanın pek çok ülkesinden nice sonra, Türk kadını da seçme ve seçilme hakkını söke söke aldı.
Fakat, burada altı çizilmesi gereken çok önemli bir husus var. 5 Aralık 1934'te, seçilme hakkını elde edenler; sadece ve sadece, "başörtülü olmayan" kadınlar.
Tesettürlü olmayı ve kalmayı tercih edenler; eşit şartlarda kadın olma hakkını elde edebilmek için, 2000'li yılların gelmesini beklediler. Ancak AK Parti Hükümetleri döneminde, siyasal temsilin en üst makamı olan TBMM'ne girebildiler.
Kendileri, anneleri, eşleri, kızları, kız kardeşleri için yıllarca bu mücadeleyi verip ipi göğüsleyenler; hiçbir dipnot düşmeden, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmesinin yıl dönümünü kutluyorlar. Ötekilere şirin görünme niyeti ve gayreti içinde; berikileri tamamen unutuyor, ihmal ediyorlar.
Bu, benzer durumlarda olduğu gibi oy kaygısıyla, "siyaseten" yapılıyorsa; bari, süreci hatırlatan şerhler düşülsün. Tüm kadınlara, engelsiz seçme ve seçilme hakkının ne zaman ve kimler tarafından verildiği; açık ve net bir şekilde görülsün.