Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş döneminde, üç kıta yedi denizden geri çekilip, küçük bir adada karaya oturan devlet ve millet gemimiz; şimdilerde, yeniden, büyük okyanuslarda kupa yelken yol alıyor. Dün uzağımıza düşüp, bize "gurbet" olan nice diyarlar; bugün, bir kere daha "vatan" haline geliyor.
Türk Dünyası ve İslam Coğrafyası içinde bulunan kişiler ve kurumlar, ülkeler ve toplumlar; Türkiye'nin öncülüğünde, yeni bir "ana akım" yahut "dostluk ve kardeşlik bloku" oluşturuyorlar. Aralarında sosyal ve kültürel, siyasal ve ekonomik, bilimsel ve teknolojik, askeri ve diplomatik köprüler kurarak; güçleri ve imkânları birleştiriyor, gönülleri ve ruhları buluşturuyorlar.
Diyalog ve iş birliği sürecini destekleyecek ve tamamlayacak ana unsurlardan biri "dil", biri de "din" birliğidir. Çünkü, her ikisi de kardeş ülkelerin ve toplumların ortak tarih, kültür, medeniyet değerleridir.
Bu noktadan hareketle; büyüyen ve gelişen Türkiye'nin gündeminde, yeni bir "dil politikası" olmalıdır. Son yıllarda sıkça kullandığımız "gönül coğrafyası" tanımı; aynı dili konuşan toplumların ve toplulukların tamamını içine almalıdır.
İlgi ve sorumluluk alanlarımızın sınırlarını çizerken; bunu da hesaba katmalıyız. Vatanın bir karış toprağı ile birlikte, milletin bir tek ferdini de "korunması gereken temel değerler" listesine dâhil etmeliyiz.
ANA DİLİ ÖĞRETİMİ
Nurullah Ataç'ın tarifine ve tanımına göre; "dil, medeniyet meselesidir". Bir medeniyetin oluşturduğu ve geliştirdiği dilin; başka bir medeniyetin değerlerini taşıması ve yaşatması mümkün değildir.
Friedrich Schiller'in tarifine ve tanımına göre ise; "dil, milletin aynasıdır". Benliğimiz, kimliğimiz, kişiliğimiz; en gerçek haliyle, dilimize yansır.
Eflatun'a göre; "düşünce dilden, dil düşünceden doğar". Martin Heidegger'e göre ise; "dil düşüncenin evidir", duygularımız ve düşüncelerimiz dilimizde yaşar.
Kaşgarlı Mahmud; "dil ile düğümlenenin, diş ile çözülemeyeceğini" söyler. Yusuf Has Hacib ise; "aklın süsü dil, dilin süsü sözdür" der.
Aralarındaki bu kuvvetli bağ sebebiyle; dilin değişmesi kültürün ve medeniyetin, kültürün ve medeniyetin değişmesi dilin değişip dönüşmesine yol açar. Onun içindir ki; yönümüzü Türk-İslam medeniyetinden Hristiyan Batı medeniyetine çevirenler, dilimizi de bozup, bizi kendi değerler dünyamızdan uzaklaştırdılar.
Madem asırlar sonra nihayet bir uyanış, diriliş, direniş süreci içine girdik; dilimizi de yeniden imar, ihya ve inşa etmeliyiz. Kültür ve medeniyet tarlamızın, ovamızın ayrık otlarını atmalı ve çakıl taşlarını temizlemeli; oraya kendi tohumlarımızı ekmeli, fidanlarımızı dikmeliyiz.
Bugün dünyanın dört bir yanında, 12 milyon kilometrekarelik bir coğrafyada; 250 milyon civarında insan Türkçe konuşuyor. Ünlü Türkolog Radloff, kendi bilimsel araştırmalarına dayanarak; "Dünya dilleri arasında, Türk dili kadar geniş bir alana yayılmış başka bir dil yoktur" diyor.
Ayrıca, yeryüzünde konuşulan toplam dil sayısı; 7 bin civarında. Bunlar arasında, Türkçe; Çince, İngilizce, İspanyolca ve Hintçeden sonra 5. sırada.
Bu doğal zemin; yeni bir bakış açısı ile daha iyi değerlendirilmelidir. Devlet-millet iş birliği içinde, kardeş ülkelere ve toplumlara; doğru ve güzel Türkçe ile oluşturulmuş eğitim, kültür, sanat ürünleri götürülmelidir.
Ancak, önce bizim; "ana dili öğretimi" meselesini, kökten yahut toptan ıslah etme ihtiyacımız var. Çünkü; siyasetçilerimiz, bürokratlarımız, aydınlarımız, yöneticilerimiz, akademisyenlerimiz, sanatçılarımız bile doğru ve güzel Türkçe ile okumayı, yazmayı, konuşmayı beceremiyorlar.
YABANCI DİL ÖĞRETİMİ
Bir de, uzun yıllardan beri müzmin hastalık haline gelen "yabancı dil öğretimi" meselesine bakalım. Teorisiyle, pratiğiyle; mevcut durumumuza, kuş bakışı göz atalım.
Örgün eğitim kurumlarında, okul öncesi safhasından itibaren; henüz ana dilini doğru ve güzel okuyacak, yazacak, konuşacak düzeye gelememiş çocuklara ve gençlere yabancı dil öğretmeye çalışıyoruz. Abartılı bir anlayış ve işleyiş içinde; sömürge ülkelerinde olduğu gibi, "yabancı dil öğretme" ile yetinmeyip, meseleyi "yabancı dille eğitim" yapma seviyesine taşıyoruz.
Ağırlıklı olarak; İngilizce, Fransızca, Almanca gibi Batı dilleri tercih ediliyor. Yıkılma sürecine girmiş bir medeniyetin, cazibesini kaybetmiş dillerini devam ettirmek için bile; "kraldan fazla kralcılık" denilebilecek uygulamalar dayatılıyor, diretiliyor.
Sonuç olarak; bu dillerin, verilen emeklere değecek kadar iyi öğrenildiğini ve öğretildiğini de söyleyebilecek durumda değiliz. Sanki, geçmiş zamanlarda girdiğimiz, şimdilerde kolay kolay çıkamadığımız bir tünelin içindeyiz.
Evet, atalar sözünde olduğu gibi; "bir lisan, bir insan" demektir. Ancak, hiçbir ayırım yapmadan ve ana dili öğretiminde sağlam bir temel atmadan "her zaman, her yerde, herkese" yabancı dil öğretmeye kalkışmak; en hafif ifadesiyle, israf sayılabilecek bir emektir.
Öte yandan, tercih edilecek yabancı diller; devletler ve milletler arası ilişkiler ile dünyanın genel gidişine paralel olmalı. Din, tarih, kültür, medeniyet, siyaset, ticaret unsurları da göz önünde bulundurulmalı.
Bu bağlamda, yakın geçmişin ve geleceğin evrensel dillerinden biri olan İngilizceye ilave olarak; Çince, Japonca, Hintçe, Rusça gibi diller de öne çıkarılmalıdır. Ayrıca, hem "din dili" hem de İslam ülkeleriyle kurulacak ilişkilerin ortak zemini sayılabilecek Arapça; öncelikli ve önemli tercihimiz olmalıdır.
Bütün bunları göz önünde bulunduracak şekilde; yeni bir "yabancı dil politikası" oluşturmalıyız. Yine devlet ve millet iş birliği içinde, yakınlığımızı artırmak ya da sıfırdan yakınlık tesis etmek istediğimiz ülkelere ve toplumlara yönelik olarak; etkili "dil köprüleri" kurmalıyız.
Bunun için; Türk Dil Kurumu'nun konumu, durumu, tanımı yeniden ele alınabilir. Başta üniversitelerimiz ve akademik çevrelerimiz olmak üzere; ilgili tüm kadrolara ve kurumlara, yeni bir istikamet verilebilir.