İslamiyet'in doğuşundan önce Arap yarımadasında kız çocuklarının diri diri gömülmesi uygulamasının olduğu bilinir. Bu korkunç uygulamayı ortadan kaldıran İslamiyet'i, başta Müslümanlar olmak üzere her vicdan sahibi şükranla selamlar. İslam dünyasında, bu uygulamaya ait anlatıya, büyük bir hüzün ve nefret eşlik eder. İlk İslam toplumunun bazı önemli isimlerinin de geçmişte geleneğin ağırlığı altında bu suça iştirak ettikleri anlatılır. Bu türden anlatılar, İslamiyet'in, insanların çarpık anlayışlarını nasıl tadil ettiği ve İslamiyet olmaksızın insanlığın sapıklıkta ne kadar ileri gidebileceğine dair güçlü bir örnek olarak anlatılagelmiştir.
Bugünden bakıldığında nasıl olup da insanların kendi yavrularını böyle vahşice öldürebildiklerini anlamak asla mümkün olmasa da bunun sebebine dair belli açıklamalar yapılmaktadır. Başta geçim sıkıntısı olmak üzere zikredilen sebepler arasında en dikkat çekici olanlardan biri de o günün dünyasında cari olan sapkınca şeref anlayışıdır. Buna göre; İslamiyet'in ortaya çıktığı 7. yüzyılda Arap yarımadasında hâkim olan toplumsal yapı tam anlamıyla anomik bir yapıydı. Kanun koyma ve uygulama, adaleti temin etme mekanizmaları aşınmış ve toplumsal ilişkilerin temeline anarşi oturmuştu. Arap toplumunda kabile sistemi hâkimdi ve kabilenin bir üyesinin haklarına yapılan bir tecavüz, bütün kabileye karşı işlenmiş olarak kabul ediliyordu. Anarşik bir düzenin hüküm sürdüğü bir dünyada bunun anlamı, bitmeyen kan davaları ve yıllarca süren savaşlar demekti. Arap toplumu neredeyse bütün enerjisini savaşlarda tüketiyordu.
Savaş sebeplerini azaltmak için Arap toplumun bulduğu yöntemlerden biri olarak, kız çocuklarının aileleri tarafından diri diri toprağa gömülerek öldürülmeleri geleneği ortaya çıktı. Zira anominin olduğu bir dünyada kadınların kaçırılmaları, tacize ve tecavüze uğramaları önüne geçilemeyen bir suçtu. Böyle bir şey her yaşandığında kabilenin erkekleri şereflerine leke sürüldüğü için savaşmak durumunda kalıyorlardı. Tıpkı erkek üyelere yönelik herhangi bir tecavüz gerçekleştiğinde olduğu gibi. Ne var ki erkek üye aynı zamanda savaşçı anlamına gelirken, kadın üyeler yalnızca savunulmaları gereken gereksiz bir yük gibi görülüyordu. Sayılarının artması, kabilenin şerefine yönelik olası tehditlerin artması anlamına geliyordu. Buna mukabil kanun ve adaletin işlemediği her toplumda olduğu gibi kadın üyeler, erkek üyelerden daha fazla saldırıya uğruyor ve kendilerini hemen hemen hiç savunamıyorlardı.
O günün Arap aklı, kız çocuklarının sayısını sınırlı tutarak kabilenin şerefini koruma ve savaşları azaltmaya çalışma şeklinde korkunç bir uygulamayı hayata geçirdi. Çarpık şeref anlayışı, böylesine büyük bir suçu Arap toplumu nezdinde haklı gösteriyor, adaleti tesis etmeye güç yetiremeyen erkekler topluluğunun şerefi için, savunmasız kız çocukları kurban ediliyordu.
İSLAM DÜNYASININ KADIN MESELESİ
Bu konuyu, Müslümanlar olarak, geçmişte kalmış bir uygulama olarak gördüğümüzü biliyorum. Ne var ki bu uygulamanın ardında yatan mantalitenin hayatlarımızda son iki yüzyıldır giderek daha fazla hâkim hale geldiğini görmeden edemiyorum. Müslümanlar son iki yüzyıldır ağır bir yenilgi ve gerileme halindeler. Toprakları talan ediliyor, zenginlikleri sömürülüyor, tepelerine en gelişmiş silahlar, bombalar iniyor, insanları binlerle ve durmaksızın katlediliyor, yurtlarından sürülüyor, dünyanın her köşesinde kovuşturuluyor, gözaltında tutuluyor ve hapsediliyorlar. Bir topluluk olarak düşündüğümüzde şerefimizin ayaklar altına alındığını düşünmüyorsak, duyularımızın dumura uğradığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna karşın İslam coğrafyasında ağır bir kadın sorunu hüküm sürüyor. İslamiyet'in hiçbir kaidesinin canlı tutulamadığı, siyasal, sosyal, ekonomik bütün taleplerinin ayaklar altında olduğu bir çağda, elinde bir parça güç bulunduran Müslüman erkeklerin ve kadınların bir kısmının, İslam dünyasının sorunlarından bir biçimde kadınları sorumlu gören çarpık bir bakış açısı içinde, oradan oraya savrulduğunu görüyoruz. Kadınların şiddet kurbanı olmalarından, ekonomik, sosyal alanda varlık göstermelerini günahlarla, takvaya uygun halin dışına çıkmakla, İslamiyet'i taşıyamamakla ilişkilendirmeye varan anlayışlara kadar türlü hallerle çepeçevre sarılmış durumdayız. Bu anlayışı temsil edenlerin, Müslümanların şerefini kurtarmak için buldukları çare ise kadınların evlere diri diri gömülmeleri…
EVLERE SIĞINMANIN CAZİBESİ VAR MI?
Oysa öyle vahşi bir dünyada yaşıyoruz ki… Evlerimizin içlerine kadar giren sanal dünya, ellerimizden düşürmediğimiz akıllı telefonlar ve bize nasıl yaşayacağımızı öğreten televizyonlarla, artık kimin evin içinde, kimin dışında olduğunun belli olmadığı acayip bir zaman bu. Sosyal olarak evlerine gömülmüş kadınların daha iyi Müslümanlar olacağını düşünenleri bir kez daha düşünmeye davet ediyorum. Susmayan sohbet grupları, sanal sohbet odaları, fotoğraf paylaşım siteleri, evlerin salonlarından gerçekleşen canlı yayınlar, televizyonlardan evlerimize adeta akan yaşam tarzları ve online alışveriş imkanlarının dünyasında, artık evlerin sokaklardan daha tehlikeli olma ihtimali olduğunu düşünmeye başlamamız gerekiyor.
PROF. DR. HURİYE MARTI'YA TEPKİLER
Bu yazıyı Prof. Dr. Huriye Martı hanımefendinin Diyanet İşleri Başkan yardımcılığa atanmasını eleştiri konusu yapan ve bir kısmının gerçekten samimi hislerle yapıldığını bildiğim eleştiriler yüzünden kaleme aldım. Bu samimi eleştiri sahiplerinin, Müslüman toplumun yarısının kadın olduğunun, kadınların da çözülmeyi bekleyen acil sorunları olduğunun ve bu makamdaki bir kadının bu sorunların çözümünde ne kadar etkili olabileceğinin farkında olmadıklarını düşünüyorum. Bu insanların, binlerce kişiyi içine alacak büyüklükteki pek çok camide kadınlar için ayrılan yerlerin bazen baraka görünümlü, depo olarak kullanılması adet haline getirilmiş, daha az temiz, basık, rutubetli ve bazı durumlarda sekiz-on kişilik yerler olduğunu bilmediğini farz ediyorum. Kadınların sohbet, irşad gibi ihtiyaçlarını gidermenin meşru tek yolunun evler olduğu anlayışı yüzünden FETÖ gibi yapıların ev, ev, apartman, apartman örgütlenerek toplumun kılcallarına yürüyebildiklerini gözden kaçırdıklarına inanıyorum.
Bir tek kurum değil bütün kurumlar için geçerli olacak şekilde kadın yöneticilerin yaygınlaşmasının, politika yapım süreçlerinin kadınların bakış açısı ve iç görüleriyle zenginleşmesinin, topluma gerçek anlamda dokunabilmenin tek yolu olduğunu fark edebilmelerini ümit ediyorum. Kadınların, kurumların yönetiminde söz sahibi olmalarını itikadi bir sorun haline getirmeden önce, buna dair temelsiz iddialarının bizzat tarih tarafından ve gözlerimizin önünde çürütüldüğünü görmelerini istiyorum. Türkiye'de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın belediye başkanı olduğu dönemde kurulan TÜRGEV gibi, kadınların toplumsal yaşama katılmaları ve bunun için gerekli bütün donanımı edinmeleri için çalışan kurumlarımız olduğunu biliyorum. İslam dünyasında uzun süredir unutulan bir geleneği ayağa kaldırmaya çalışan böylesi uygulamaların sayısının artmasını isterken, bu tür uygulamalara şüphe ile bakan insanlara bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyorum.
Evet, sosyal hayata çıkmanın kadınları türlü imtihanlarla baş başa bıraktığını, kadınlar için evleri sığınak olarak görenlerin, en azından o zaviyeden gelecek sıkıntıları çözmeyi umarak bunu yaptıklarını kabul ediyorum. Fakat bunun, erkeklerin imtihanından farklı olduğuna da sosyal hayata çıkmamanın imtihanlarından daha büyük olduğuna da inanmıyorum. Öte yandan kadınlar sosyal hayata çıkmadığında meydan okumalar olduğu yerde, belki de daha ağır şekilde duruyor. Şu halde, kadınların sosyal hayata çıkmaları, erkeklerle iş birliği içinde işleri yoluna koymak için çalışmaları, buna uygun Müslümanca usuller geliştirilmesi neden değerli ve Müslümanca bir çaba olarak görülmüyor? "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidir" ayet-i kerimesinin, yolları hiçbir şekilde kesişmeyecek iki cins için indirilmiş olması mümkün olabilir mi?