Son günlerde, sosyal ve siyasal zeminlerde; bir "andımız" tartışması sürüp gidiyor. İfrat ile tefrit arasında zikzaklar çizen iddialar ve ithamlar, kamuoyunu fazlaca meşgul ediyor.
Ancak bu kapışma, aslında derin bir sancının dışa vurumu. Asırlar boyu maruz kaldığımız bozulma, safha ve süreçlerinden sonra meydana gelen, bir "toplumsal kimlik" sorunu.
Bir başka ifadeyle; alt kimlikler ile üst kimliklerin, birbirine karıştırılması. Ortak değerler ve doğrular zeminindeki kayganlık sonucu; çoklu yapının bütününü oluşturan parçaların, birbirleriyle tokuşturulması.
Bir zamanlar ilkokullarda, her sabah tekrar edilen "öğrenci andı"; 08.10.2013 tarihinde, mevzuat değişikliği yapılarak uygulamadan kaldırılmıştı. Bunun yanında; yeni nesillere yerel ve evrensel değerleri kazandırma hassasiyeti, biraz daha artırılmıştı.
Türk Eğitim-Sen'in başvurusu ile açılan bir dava; bu günlerde sona erdi. Danıştay 8. Dairesi; söz konusu andı uygulamadan kaldıran düzenlemenin, iptaline karar verdi.
Gerçi hukuki süreç tamamlanmadı, temyiz yolu açık; ama birileri, alelacele fitili ateşlediler. "Türk olma" hassasiyeti gösteren çevrelerle, "dine karşı olma" hassasiyeti gösteren çevreler; farklı gerekçelerle, benzer tepkiler verdiler.
Bir kesim, "Türk olmaktan mı, doğru olmaktan mı korkuyorsunuz?" sorusunu sorarken; başka bir kesim, "Andımız geri geldi, şimdi sıra Türkçe ezanda ve Türkçe ibadette" mesajını verdi. Hükümet temsilcileri ise; "Danıştay'ın, uygunluk denetimi yapma yerine yürütmenin yetkilerine müdahale etme yolunu seçerek, yetki gaspında bulunduğunu" söyledi.
1933-1972-1997 METİNLERİ
Olayı değerlendirmeden ve hassas noktalara dikkat çekmeden önce; "öğrenci andı" denilen şeyin tarihçesine bakalım. Tartışmaya sebep olan metnin; sözlerini hatırlayalım.
İlk defa 1933 yılında; dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip tarafından icat edilmiş. Kayıtlarda yer alan bilgilere göre; "Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun" denilmiş.
1972 yılında, yani ihtilal hükümeti döneminde; abartılı ilaveler yapılmış. Tekrar edilen bir öğreti olmanın ötesine geçirilip, tabulaştırılan Atatürk'e arz noktasına getirilerek; "Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. Ey bu günümüzü sağlayan, ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülkede, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene" metni dayatılmış.
1997 yılında, yani sosyal ve siyasal tarihimize "28 Şubat" olarak geçen "post modern darbe" döneminde; bazı kısımları, bir daha değiştirildi. Atatürk'e arz hassasiyeti korunarak; "Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene" haline getirildi.
TOPLUMSAL MUTABAKATIN MERKEZİ
Tarihin pek çok döneminde olduğu gibi, bugünlerde de; Türkiye, toplumsal mutabakatın azami seviyeye çıkarılması gereken günlerden geçiyor. Gaflet ya da ihanet içinde olmayan herkesin; üst kimliğimizi oluşturan ortak değerler ve doğrular zemininde buluşması gerekiyor.
Osmanlı bakiyesi bir ülke ve toplum olarak; çoklu kültür ve kimlik yapısına sahibiz. Üst kimliğimiz Türkiye ise, bugün sınırlarımız dışında kalan soydaşlarımıza ve dindaşlarımıza; Türklük ise, sınırlarımız içinde ve dışında bulunup etnik kimlik olarak Türk olmayan kardeşlerimize ne deriz?
Araplarla, Acemlerle, Kürtlerle, Arnavutlarla, Çerkezlerle, Boşnaklarla ve diğer etnik unsurlarla hangi zeminde buluşuruz? Dünyanın dört bir yanında bulunan ve aramızda nice gönül köprüleri kurulan ülkelerle, toplumlarla nasıl dost ve kardeş oluruz?
Tarih, kültür, medeniyet safha ve süreçlerimiz gösteriyor ki; bizi en geniş kapsamda kuşatan ve en uzun süre bir arada tutan üst kimlik, din bağıdır. En fazla izzet, itibar ve iktidar kazandıran unsur; İslam'ın bayraktarlığıdır.
Biz, eskiden beri; herkes için huzurlu ve güvenli olmayan bir dünyanın, hiç kimse için huzurlu ve güvenli olmayacağına inanıyoruz. Hâkim güç olduğumuz zamanlarda ve mekânlarda; bizim kavmimizden ve dinimizden olmayanlara da sahip çıkıyor, özgürce yaşama hakkı tanıyoruz.
İşin özü ve özeti; etnik kimliğimizden de, doğru ve çalışkan olmaktan da, küçüklerimize sevgi büyüklerimize saygı duymaktan da, daima yükselmekten ve ileri gitmekten de hiç gocunmuyoruz. Ancak; tartışma konusu olan öğrenci andının bir şeye "söz" vermenin ve hatta "yemin" etmenin ötesine geçirilerek, kendi döneminde tarihi görevini yapıp gitmiş bir faniye arz edilen "ibadet" haline getirilmesinden şiddetle rahatsız oluyoruz.
Bu uygulama bize; öz yurdumuzda parya haline getirildiğimiz dönemleri hatırlatıyor. "Kâbe Arap'ın olsun, bize Çankaya yeter" diyen, Anıtkabir'i "mabet" haline getirip Atatürk'e sevgi ve saygı duymayı tapınmaya dönüştüren, devlet eliyle dine ve dindara düşmanlık eden, "Ben bir hatun kişiyim, şapkayla ne işim olur ki" beyanında bulunan kadını bile ipe götüren gerici, bağnaz, faşist, yobaz zihniyetin; gönül dünyamızda açtığı yaraları kanatıyor.
Aklımızın erdiği günden beri; dinimize ve devletimize, vatanımıza ve milletimize ihanet etmedik, etmeyeceğiz. Bizi Allah'tan başka ilahlara kulluk ve ibadet etmeye zorlamayan, doğruluğu teyit edilmiş yerel ve evrensel değerlerimize aykırı olmayan sözleri verebilir, yeminleri yapabiliriz; ama bir daha asla, kula arz edilerek ibadete dönüştürülen bu andı içmeyeceğiz.
Çok lazımsa; toplumsal mutabakat metni olabilecek bir "vatandaşlık sözleşmesi" hazırlansın, hepimiz imzalayalım. Yetişme çağındaki çocuklarımızı, okul önlerinde hizaya geçirip; çoğunluğun mutabakatı ile oluşmayan bir metni, Danıştay kararı ile yeniden dayatmayalım.