Zamanın ruhu yahut anın vacibi
Seksenli yılların ikinci yarısında, sosyal ve siyasal mücadelelerin içinde bulunan dostlarla; kendimiz için "zamanın ruhu"nu yakalamak yahut "anın vacibi"ni anlamak amacıyla dönemin alimleri, mürşitleri, kanaat önderleri ile istişare etme gereği duymuştuk. Her birisini teker teker ziyaret edip; "Şimdilerde, milletin ve ümmetin dertlerine deva bulmak için yapılması gerekenler nelerdir?" sorusunu sormuştuk.
Aldığımız cevaplar ve yaptığımız icraatlar, aradığımız şeyleri bulmaya yetmedi. Aradan yıllar geçti; milletin de ümmetin de yürekler acıtan dertleri bir türlü bitmedi.
Ülkemiz ve toplumumuz, bir ateş çemberinin içinde bulunuyor. Gönül coğrafyamızın büyük bir bölümü; her gün biraz daha yanıp kül oluyor.
Görünen o ki; ümit, güven, beklenti haritasının merkezinde Türkiye var. Dünyayı ateşe, kana bulayan küresel zalimler; kavli ve fiili duaları boşa çıkarmak için, bizi içeriden ve dışarıdan zayıflatmaya çalışıyorlar.
Yıllar, hatta asırlar boyu anlayış ve yaşayış biçimimizi şekillendiren değerler sistemimizi sabote ettiler. Bir yandan cellatımız olup, ağzımızdan ve burnumuzdan kan kusturdular; öte yandan, kurtarıcımız kılığına girip çanak tuttular.
Kişisel, kurumsal, toplumsal yapımız pek çok yönden tahrip edildi. Yurdumuzda ve yuvamızda fay hatları oluşturuldu; geçirdiğimiz her sarsıntıda, sığındığımız kalelerin ve kulelerin bir kısmı yıkıldı, devrildi.
Bütün bunlara rağmen; var oluş mücadelesini devam ettiren canlı hücreler, dokular, organlar var. Bundan dolayı; kaleyi içeriden işgal etmek için, kendi bünyemizden sahte kahramanlar çıkarmaya çalışıyorlar.
Uzun yıllar boyunca devam eden sosyal, kültürel, siyasal, ekonomik, bilimsel, teknolojik, askeri, diplomatik mücadeleler; kimilerimizde yorgunluğa, bitkinliğe sebep oldu. İçimizden bazıları, psikososyal sarsıntılar geçirip; cellatına aşık olacak hale geldi.
İşte bu şartlar altında; yeniden "zamanın ruhu"nu arama, "anın vacibi"ni bulma gereği duyuyoruz. Kendimize, çevremize, akil ve makul olduklarına inandığımız kanaat önderlerimize; "Çocuklarımıza ve torunlarımıza daha iyi bir ülke ve toplum, dünya ve insanlık alemi bırakmak için ne yapmalıyız, nasıl yapmalıyız?" sorusunu soruyoruz.
Defedemediğimiz kötülükler, kendiliğinden çekip gitmez; üretemediğimiz iyilikler, kendiliğinden çıkıp gelmez. Biz, her birimiz, kendi özel durumlarımızı daha olumlu ve verimli hale getirmeden; genel gidişatımız daha iyi olmaz.
Meselenin püf noktasını yakalamak için, tarihi tecrübelere bakabiliriz. Bizden öncekilerin öykülerini örnek alarak, kendi sınav süreçlerimizden daha kolay çıkabiliriz.
Bilindiği gibi, Cengiz Han'ın torunu Hülagu; 1258 yılında, Bağdat'ı işgal etmişti. Camileri ve şifahaneleri yıkmış, kitapları ve kütüphaneleri yakmış, toplu katliamları yüzünden Dicle'nin suları günlerce kanlı akmış, Abbasi Halifesi Mutasım'ı Moğol atlarına çiğnetmişti.
Arkasından, ilgililere haber salıp; beldenin en büyük alimi ile görüşmek istediğini bildirdi. Bu tarife ve tanıma yakın olan herkes; öldürülme korkusu içine girdi.
Uzun müzakerelerden sonra, cellatın karşısına çıkmak Kadıhan'a nasip oldu. İlim ehlinin en genci olmasına rağmen, cesaret gösterip ölümü göze aldı.
Aralarında, tarihe geçen bir diyalog yaşandı. Beklendiği gibi ölümle değil, asırlara ve nesillere miras kalan ibret dolu bir mesajla ve muhtevayla sonuçlandı.
Hülagu O'na; "Beni buraya getiren sebep nedir?" diye sordu. Kadıhan; "Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Allah'ın bize ikram ettiği nimetlerin kıymetini bilemedik. Asıl amacımızı unutup mal, mülk, makam, mevki peşine düştük. Görevlerimizi ihmal edip zevke ve sefaya daldık. Cenab-ı Hak da nimetlerini geri almak için seni gönderdi" cevabını verdi.
Arkasından, "Peki, beni buradan kim gönderebilir?" sorusu geldi. Aynı usul ve üslupla; "O da bize bağlı. Kendimize gelir, bize verilen nimetlerin kıymetini bilir, sorumluluklarımızı hakkıyla yerine getirir, zulümden ve israftan kaçınır, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek; işte o zaman, sen buralarda duramazsın" cevabı verildi.
Bugün biz de aynı anlayışla hareket etmeliyiz. Yakından uazağa doğru, ilgi ve sorumluluk alanlarımız içinde yaşanan olumsuzluklar karşısında; "Sebebi biziz, çözümü de bizdedir" demeliyiz.
Rivayet edilir ki, yüzlerce işçinin çalıştığı bir işletmede, çalışanlara bir anket yapılmış. "Bu iş yerindeki verimsizliklerin, olumsuzlukların sorumlusu kimdir?" diye sorulmuş; yazılı cevaplar alınmış.
Görüşler üç noktada birleşip bütünleşmiş. Bir kısmı "iş veren", bir kısmı "iş gören", bir kısmı da "iş verenle iş gören arasındaki yöneticiler" cevabını vermiş.
Bir işçi, farklı bir görüşü tercih ya da tespit etmiş. "Bu iş yerindeki verimsizliklerin ve olumsuzlukların sorumlusu sadece ve sadece benim" demiş.
Merak edip, bu farklı yaklaşımın sebebini sormuşlar. "Herkes başkasını sorumlu tutarsa, yeni ve farklı bir şey yapma gereği duymaz. O zaman değişen bir şey olmaz. Ama herkes kendisini sorumlu kabul ederse, ilave şeyler yapma niyeti ve gayreti gösterir. O zaman bu iş yeri daha olumlu ve verimli hale gelir" cevabını almışlar.
Resulullah'ın beyanıyla; "herkesin kendi sürüsünden (kapsama alanı içindeki hal ve gidişten) sorumlu olduğunu" bilmeliyiz. "Fırat kenarında bir kuzuyu kurt kapsa, onun hesabı benden sorulur" diyen Hz. Ömer'in hassasiyeti içinde olmalıyız.
O zaman, zamanın ruhunu yakalamış ve anın vacibine uygun davranmış oluruz. İçeride ve dışarıda, yüz ağartacak sonuçlar alırız.
Zekeriya Erdim