'Din nedir?' sorusuna cevap ararken zihnimizi yanıltabilecek en önemli noktalardan birisi dini ahlak ile özdeşleştirme temayülü olabilir. 'Din ahlaktır' veya 'Dindar olmak iyi insan olmaktır' şeklindeki bir açıklama bir çok insanın dinden beklediği şeyi bize anlatır. Her birimiz ahlaki zaaflarla malul olsak bile başka insanlardan özellikle dindarlardan en çok ahlaklı olmalarını bekleriz. 'İnsanlık' dediğimiz şey, her birimiz için ahlak sahibi olmak demektir. Öfke anında birisi hakkında 'insan değildir' veya 'insanlıktan nasibi yok' dediğimiz birinin zihinsel yeteneklerine veya başka mahrumiyetlerine değil, doğrudan ahlakına atıf yapmışızdır. Başka hiçbir şey ahlak kadar insanlık idealiyle bağdaşık ve irtibatlı sayılmamıştır. Filozofların 'insan düşünen canlıdır' tanımı müşterek algıda 'insan ahlaklı varlıktır' şekline dönüşmüştür. Kant 'İki şeye hayranım: içimdeki insanlık ideali ile gökyüzündeki düzen' derken ahlakımız ile dünyanın düzeni arasındaki irtibatı göstermek istedi. Bu itibarla ahlak bizim için bazen ulaşmak istediğimiz bir ideal, daha çok başkalarından beklentimiz, bazen de çelişkilerimizin ana kaynağıdır. Bu nedenle dinden ve bilhassa bizim dışımızdaki insanların dindarlıklarından beklentimiz onların yüksek ahlak sahibi olmalarıdır: İnsan iyi ahlaklı değilse onun dindar olması bizi niye ilgilendirsin ki? Lakin ortada şöyle bir sorun var: Din ile ahlak arasındaki ilişkide böyle bir hükme ulaştığımızda, dinin ne olduğunu anlamaktan uzaklaşırız.
Feridüddin Attar Hasan-ı Basri'den şöyle bir hikaye aktarır: Büyük imam hastalığı ilerlemiş zerdüşt komşusunun ziyaretine gidince 'senin Müslüman olmanı umut ederdim' der. Anlaşıldığı kadarıyla adam dinler hakkında bilgili, erdemli ve hikmetli biriymiş. Hasan erdemli bir insanın en azından son demlerinde İslam'ı kabul etmesi arzusuyla komşusunu dine davet edince, adam birkaç cümleyle dindar insanlarda ortaya çıkabilecek bütün çelişkileri özetler:
Hasan'ın komşusu 'Belki olabilirdi lakin' diye başlayarak şöyle devam eder: 'Siz Müslümanlar dünyayı zemmeder fakat onu talep edersiniz.' Belki bütün dönemler için geçerli bir eleştiridir bu, fakat sadece Müslümanlar için değil! Öte dünyaya iman eden hatta inancı olmasa bile yaşadığı dünyadan şikayet eden her insan eleştiriden nasibini alır. Vakıa dünyayı eleştirmek şaibeli bir davranıştır: böyle bir eleştirinin ahlaktan kaynaklanması nadiren mümkündür. Biz insanlar daha çok hırslarımız ve doymak bilmeyen iştahlarımız sebebiyle dünya ile kavgalıyızdır. 'Kahpe felek' diye başlayan 'vefasız, fani, üç günlük dünya' diye süren şikayetlerimiz yüksek ahlak ve zühde değil, doymak bilmeyen iştahlara gönderme yapar. Bu eleştiriyle zerdüşt dindaşlarında görmediği bir tutarlılığı Müslümanlardan bekliyor; anlaşılır bir durum! İkinci husus ise Allah rızası bahsiyle ilgilidir. 'Siz Müslümanlar her işi Allah rızası için yaptığınızı söyler, fakat buna hiç uymazsınız' der zerdüşt. 'Allah rızası' tabiri niyetin sıhhat bahsinde ortaya çıkan dinin kurucu ilkesidir. Dini herhangi bir şeyden ayıran en önemli yön burasıdır. Bunun için bazen 'Allah'ın vechi' bazen 'rızası' bazen sadece 'Allah için' tabiri kullanılır. Kuran-ı Kerim'de dini Allah'a has kılmak şeklinde ifade edilen yükümlülük, ihlasın sebebidir. Hasan'ın komşusu Müslümanları ikiyüzlü ve tutarsız bularak onları bu iddialarında da eleştirir. Üçüncü gerekçe ise 'ahirete iman ettiğiniz halde hazırlık yapmamanızdır şeklinde dile getirilir. Haddi zatında her üç itiraz da aynı noktada toplanabilir: iman Müslümanlarda tutarlı bir ahlak meydana getirmemiştir.
AHLAKA KARŞI İMANIN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ KORUYABİLMEK:
İnsanlar için dinin ve inanç ilkelerinin en güçlü delili dindarlardır. Kim ne derse desin bir düşüncenin veya inancın en büyük delili ona inanan insanın ta kendisidir. Bir düşünce ve inanç onun müntesibinde temessül ettiği ölçüde insanların saygısını kazanır, bir insanda sahih ve gerçek olarak yaşandığı ölçüde dikkat uyandırabilir. İnsan ile inandığı şey arasında çelişki bulunduğu sürece inanca duyulan saygı azalır. Haddi zatında felsefi bilginin en güçlü delili, hikmet bilgisinin ölüm korkumuzu yendiğini gösterebildiği bir örnek olarak Socrates'in hayat hikayesidir. Ahlak için ölebilen bin insan felsefenin en önemli delilidir. Benzer durumu dini inançların tarihinde görebiliriz: Büyük metafizikçi İbnü'l-Arabi 'Allah'a en büyük delil insandır' derken bir yönden bunu söylemiş oldu. Üstelik bu delil öyle bir delildir ki, 'batıl olunca medlül de batıl olabilir.' Gazali'ye göre filozofların tutarsızlığı felsefenin batıl olmasının delillerinden biri idi. Günümüzde dini hayat üzerindeki eleştiriler en çok dindarlar üzerinden yapılır. Dindarların ahlaki tutarsızlıkları dine yöneltilen eleştirilerin başında gelir. Eleştiriler bazen öyle bir noktaya ulaşır ki artık dini müdafaa etmek dindarlardan vaz geçmeyi iktiza eder.
Hasan Basri ise bunu yapmaz: Gerçekte Hasan Müslüman cemaate söz konusu eleştirilerin fazlasını yöneltebilecek tecrübeye ve gözleme sahip biridir. Onun hayatından aklımıza kalan bazı cümleler bunu gösterir: Fakihin kim olduğunu izah ederken 'ben fakih görmedim' diye başlayan ve fıkhı yüksek ahlakla tanımlayan cümlesi bunun en iyi örneklerinden biridir. İslam ahlak tarihinde güçlü bir eleştirel gelenek ortaya çıkmıştır. Basta bilgi anlayışı olmak üzere, hemen her konuda hayat şartları içinde gelenek haline gelen din anlayışı şiddetle eleştirmişlerdir. Bu bakımdan Hasan'ın bu eleştirilerden şaşırdığını sanmıyoruz. Bununla birlikte Müslüman cemaatin esas meziyetine dikkatimizi çekerek bütün zamanlarda bakmamız gereken yeri bize gösterdi: 'Evet haklısın' der ve o noktayı şöyle anlatır: "Bu eleştiriler doğru! Fakat onlar Yüce Allah'a kimseyi ortak koşmuyor, O'na iman ediyor ve O'na kulluk ediyorlar.'
Hasan-ı Basri'nin dikkatimizi çektiği husus şudur: Allah'a imanın ve O'nu bilmenin bireysel ve toplumsal ahlaka önceliğini anlamadan dinin ne olduğunu idrak edemeyeceğiz.
Ekrem Demirli