ÇAĞDAŞ KÜRESELLEŞTİRİLEN İNGİLİZ-YAHUDÎ MEDENİYETİNİN ANA İDEOLOJİSİ
1.Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudî Medeniyeti ile Sermâyeciliğin Tarihteki Konumu
i-İngiliz-Yahudîlik ile Ana İdeolojisini Küreselleştiren Etken
Farklı görüşteki kişiler ile değişik insan kümelerinin vücut vermesine rağmen, Hür Sermâyeciliği asıl belirleyip başlangıç safhalarından bu yana yürüten merkezî mahfil, milletlerüstü bir teşkilât olan Farmasonluktur. Sıkı bir silsileimerâtip düzeni ile tavîzsiz bir gizlilik kuralı doğrultusunda çalışan Farmasonluk, belli bir kişinin, aile yahut boyun güdümünde olmayıp dünya çapında kurumlaşmış bir teşkilâttır. Mensupları, teşkilâtın merkezî ve bağlı bulundukları locaların tüzükleriyle zapturapt altına alınmış olmalarına karşılık, teşkilât ile loca dışındaki özel hayatlarında tümüyle serbestçe yaşayabilirler. Cinsiyet hâriç, din ile milliyet nevinden hiçbir ayırım gözetmeyen Farmasonluk, üyeleri arasında görüş ile çıkar destekleşmesini herhâlükârda şart koşar. Bununla birlikte, eşitler arasında üstün olanlar, yine de İngilizler olup onları Yahudîler takîb ederler. İngilizlerin arasındaysa, günümüzde tavsamış bulunsa bile, soyluluk mertebeleri uyarınca derecelenme söz konusudur.
İşte, ilkin 1789 İhtilâlikebîrle Fransada köprübaşı tutup oradan Avrupa'nın değişik yörelerine intikâl eden, öncelikle de Sömürgecilik yoluyla yeryüzünün hemen her tarafında, özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, kök salıp yeryüzünün dört bir köşe bucağına yayılan İngiliz-Yahudî medeniyetinin asıl taşıyıcıları Farmasonlardır. Bunlar, bir yanda, doğrudan doğruya kendileri, öte taraftan da, Rotary, Lions gibi, meslek yahut hayır dernekleri ve toplulukları kisvesindeki resmî - gayrıresmî alt kuruluşları yoluyla, Hür Sermâyeciliğin tohumlarını serpmiş, ardından da onu dünya çapında fikren ve maddeten inkişâf ettirmişlerdir. Farmasonluk, dost kisvesi altında cezbedilmiş yahut zor kullanılarak esir alınmış toplumların en kâbiliyetli, akıllı, zekî ve tercihan soylu soplu bireylerini bağrında barındıran en etkili —zanaat, sanat, sanayi, ticâret, siyâset, öğretim, silâhlı kuvvetler gibi— çevreleri gözetir. Anılan çevreler yoluyla Farmasonluk, İngiliz- Yahudî zihniyetini teşkîl eden inançlar ile ülküleri hedef topluma yahut millete en üst seviyeden zerketmeğe bakar. Tactique ve strategiesiyle Farmasonluk, İngiliz-Yahudîliğin ana örnekliğini teşkîl eder. Kendisine sakladıkları ile dışındaki çevrelere ihrâc ettiği değerler, birbirlerine ters düşerler. Farmasonluk, bir kere, muhâfazakâr, maneviyâtcı ile silsileimerâtipci olmasına ve kendisi için gizlilik ile câmiaiçi dayanışmayı savunmasına karşılık, kendi dışındakilere maddiyâtı, eşitlikciliği, ilericiliği, devrimciliği, şeffaflık ile bölünüp bireyleşmeyi telkîn eder. Tıpkı kendisinden geldiği ve temsîl ettiği iki ana zihniyetten sapına dek dindar Yahudîliğin, kendi dışındaki dindarları yobaz olarak nitelemesi, kendisi kavmiyetci olmasına karşılık, başkalarının milliyetciliği ile yurtseverliğini ırkcılık, giderek, Yahudî-aleyhdarlığı şeklinde telâkkî etmesi gibi. Yine tıpkı, kendisinden türeyip onu temsîl ettiği öbür anlayış olan İngilizliğin, ilericiliği, eşitlikcilik ile cumhuriyetcilik fikirlerini ihrâc etmesine karşılık, kendisinin muhâfazakârlık, silsileimerâtib ile hükümdârlık ülkülerine bağlı kalması gibi. Aile hayatı ile dayanışması, evlilik kurumu ve askerî güç kavrayışı neviinden kendisini zaman içinde kanıtlamış nice değer varsa, öncelikle Yahudîlik ve gittikçe gerileyen derecede İngilizler, bunları kendilerine alıkoyarlarken,[i] kerîh bildiklerini hedefteki özge toplumlara 'yedirerek' onların mücâdele irâdelerini, dolayısıyla dirençlerini kırmağı amaçlamaktadırlar.
İngiliz-Yahudîliğin, anlayışıyla, dünya ile insana bakışıyla, hâl hareketleriyle, öncelikle İngilizlik kanadını yeryüzünün en ücrâ köşelerine taşıyan bir kurum da, millîleştirilmiş kilise durumundaki Anglikancılıktır.
Ondokuzuncu yüzyılın birinci yarısından itibâren Fransa, Felemenk, İsviçre, İsveç, Danimarka; Birinci Dünya Savaşının ardındansa, bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş Orta ile Doğu Avrupa'nın ufak ülkeleri git gide sözünü ettiğimiz medeniyetin etki alanına girmişlerdir. Nihâyet bu tarihlerde Yeniçağ dindışı Avrupa medeniyeti, aslında kendisinden türemiş olan İngiliz-Yahudî medeniyetine karışmıştır.
ii-Din ile Dindışının Birbirlerine Karşı Mevzilenişleri
Tarihi yönlendiren tümel tasarım varmıdır? Kelâmın terimleriyle ifâde edilirse, 'küllî irâde' denilen çeşitten tümel tasarıdan söz edilebilinirmi? Vardır, diyenler, dar yahut geniş anlamda dindar, yânî doğrudan doğruya yahut dolaylı şekilde dinin etkisinde kalan kimselerdir. Dar anlamda dindarlar, yalnızca Tanrıya inanmakla kalmayıp doğrudan yahut dolaylı olarak Ondan nâzil olduğuna inandıkları tebliğlerden birini benimseyip o doğrultuda toplumsal ile bireysel hayatlarını tanzîm ederler. Geniş anlamda dindar diye nitelediklerimiz, âlemdeki düzenin bir kurucusunun yahut belirleyicisinin bulunduğunu onamakla birlikte, herhangi bir itikât düzenine uymağı reddederler. Bunlara, gevşek bir deyimle, Sekülerler diyebiliriz. Nihâyet, tek tek olup bitenleri belirleyen bir düzeni kabul etmekle birlikte, bunun 'mimâr'ını tanımanın, nesnel, pozitif şartlar çerçevesinde imkânsız olduğu, bu yüzden de, böyle bir mercinin yahut gücün varlığından anlamlı tarzda bahsedilemeyeceği kanısını taşıyanlar vardır. Onlar, Bilinmezcilik (Fr Agnosticisme), Positivcilik, Maddecilik, Tanrıtanımazcılık (Fr Atheisme) akımlarından birinden yahut birkaçından sayılabilirler. Özetlersek, Tanrıcılar ile Tanrıtanımazların (Fr athee) ortak paydası, evrende belli kurallar uyarınca işleyen bir düzenin bulunduğu kabulüdür. Ayrıldıkları husussa, zorunlu kurallara uygun işleyen düzenin müellifi varmıdır, yokmudur ve onun kimliği nedir, sorularına verdikleri cevaptadır. İşte dar ile geniş anlamdaki dindarlara hep birlikte Gerekirciler (Fr Deterministes) demenin yanlış olmayacağı kanısındayız. Aslında, bir yanda Gerekirciliği benimsemek, öbür taraftan da Tanrının varlığını inkâr etmek, âşîkâr bir çelişkidir. Bu sebeple, esâs tutarlı Tanrıtanımazlar, evrende zorunlu düzenin bulunmadığını öne sürenlerdir. Söylediklerimizin kanıtını, öncelikle Vladimir İlyiç Ulyanov, nâmıdiger Lenin'le (1870 - 1924) karşılaştırıldığında, Jacques Monod nun (1910 - 1976) sergilediği tutarlılıkta buluyoruz. Tanrıtanımaz Ortakmülkcülüğe bağlı çağımızın önde gelen biyolog ile filosoflarından Jacques Monod, evrenin, dialektik yasalar doğrultusunda işleyen maddî etkileşimlerin verisi olduğu iddiasını toptan reddetmiştir. Monod ya göre, ne doğa ne de tarih bağlamında zorunluluktan mantıklıca söz edilebilinir. Haddizâtında, zorunsuzluğu (Fr&İng contingence) Yeniçağda savunan İngiliz Deneyciliğinden hareketle Charles Darwin, evrim varsayımıyla, eşyânın tabiatı gereği, bütün olup bitenlerin rastlantılı olduğu savını çağımız zihniyetine hakketmiştir. Monod, Darvinci anlayışın gereğini en tutarlı tarzda yerine getirmiş çağımızın düşünürüdür.
Dünyaya yatay düzlemde, yânî olaylara gözümüzün önünde olup bittikleri tarzda baktığımızda, zorunsuzluk ilkesini reddedemeyiz. Akıl-deney[ii] yolu, başka bir sözle, positiv yöntem bunu gerektirmektedir. Eksik varolanlar olarak bunun dışına çıkamayız. İşte bu bağlamda olup bitenlere baktığımızda, doğada evrimi, toplumdaysa tarihi görürüz. Ne var ki, Vahiy ve 'iç sesimiz', yânî vicdânımız ise, bize mükemmeli, başka sözlerle, mutlak zorunluluğun hükmünü bildirirler. Zorunsuzlukları doğal olarak algılarız; mükemmellikse, bilinemez: Onun varlığına ya imân edilir ya da edilmez. Bu sebeple, sokakta yürürken başıma düşen saksı olayını ya "tesâdüf eseridir", "kazadır" ya da "kaderin tecellisidir" şeklinde niteleyebilirim. İki tavır arasında bilgi teorisi açısından fark yoktur; ideolojik fark, tabîî ki, âşîkârdır.
Yatay düzlemde olup bitenleri izlediğimizde, karşılaştığımız etkilerin ancak birkaç adım önceki nedenlerini tesbît edebiliriz. Burada öyleyse kısa vadeli, kısmî tesbîtler söz konusudur. Hakîm aşamasındaki kimselerde yatay gerçeklik düzleminin aşılıp ilahî görüşe yaklaşmanın mümkün olduğu, konunun erbâbı tarafından bildirilen bir husustur. Burada artık toptan görme, yânî basîret bahis konusudur. Tarihe bilimsel tavırla bakmak alışkanlığında olmamız, onda şaşmaz hikmet yansısını, nurunu görmemize engel değildir. Hikmeti aramak cefâsına kapılınmaksızın kendiliğinden hakîm olunamaz. Bilimin üstü ve kaynağı felsefedir. Onun fışkırdığı pınarsa, hikmettir. Bunun da en uç noktası, tam ve şüphesiz idrâk ile bilme demek olan 'hadsisâdık'tır.
Tarihi incelerken sezgilerimizin önemi pek fazladır. Onlar, akıl yürütmelerimizi destekledikleri oranda kullanılırlar. Ortalama zekâ seviyesinde herkes biçimsel mantığın ana yolu akıl yürütmeyi olağan orta ile yükseköğrenimde edinebilir. Hâlbuki hadsisâdık, pek az kimseye nasîb olan mazhariyettir. Bu yüce kâbiliyetle mücehhez kişi, taleb ettiği takdîrde bir mürşidin mürîdi olarak eğitilir. Tasavvufî eğitim, biçimsel öğrenimden bambaşkadır. Biçimsel öğrenim bizlere ilkece şüpheye açık değişken bilimsel yahut fennî bilgilerin edinilmesini sağlarken, tasavvufî eğitim, insanı ilkece şüpheden ârî, kâmil ve tam irfân demek olan 'Hakkelyakîn'e ulaştırabilir.
Buraya değin olaylardan uzaklaşıp kopmadan onların yılankavî yol alışlarını adım adım izlemeğe çalıştık. Batı dünyasında cereyân etmiş olaylar zincirini ve sonuçta Onyedinci yüzyıldan itibâren Yahudî sermâyesi ile kendi toplum-siyâset şartları çerçevesinde İngiliz teşebbüscülüğünün 'izdivâc'ından neşet etmiş günümüz medeniyet durumunu, ona rakîp ve seçenek gördüğümüz İslâm anlayışıyla da yer yer karşılaştırmakla birlikte, bahse konu kılınmış taraflardan birine yahut öbürüne alenen haksızlık etmekten olabildiğince kaçınarak, tesbîtci ve tasvîrci tutumla yansıtmağa çaba harcadık. Ne var ki, haksızlık etmekten kaçınmak, taraf tutmamak anlamına gelmez. Tarafsızlık, ahlâksızlıktır. Haksızlık etmek ise, adâletsizliktir, yânî zulmdür.
Tarihin hiçbir devrinde haklı ile haksız günümüzde cereyân eden mücâdeledeki kadar açık seçik biçimde ortaya çıkmamıştır. Hâkim güç, aklın havsalanın alamayacağı derecede kuvvetli, kudretli ve zengindir. Yeryüzü, beşerî ve tabîî tekmil kaynaklarıyla ona teslîm olmuş gözüküyor. Şimdimizden kaygılıyız; geleceğimizden ise, endîşe duyuyoruz. Olup bitenler, yüzbinlerce ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın infilâkı değil, parmaklarımızın arasından kayıp giden insanlığımız ile onu barındırıp ihyâ eden dünyamızdır.
Olaylardan kimisi niye bu yöne saptılar da, başka taraflara yönelmediler, sorusunu da sormadan edemiyorsunuzdur. Tesbît ile tasvîr ettiklerimizin büyük çoğunluğunu nedensel çerçevede kanıtlamak imkânından yoksunuz. Öncelikle, tarihte vukûu bulmuş olaylardan pek azı belgelenebilir cinstendir. Bundan dolayı neden - etki bağıntılarını inşâa etmek olağanüstü zor bir beceridir. İnşâa etmekten uydurmağa kaymak işden bile değildir. Uzak ile orta vade geçmiş vaka silsîleleri arasında karîneler yoluyla neden - etki bağıntılarını kuran tarih filosofu, ölümcül uçurumun üstünde uzanan buzdan köprüyü geçerken önünü ardını defâlarca yokladıktan sonra her adımını atan dağcıyı andırır.
Tarihte belirlenim arayan filosoflar, hep, vaka silsîleleri, niye falanca yönde ilerlediler de, filâncaya sapmadılar sorusuyla cebelleşip buna cevap aramışlardır. Onlar, tarihin esaslı biçimde değerlendirilip anlamlandırılmasına birtakım maddî ile coğrafî şartların sıralanıp dökümünün çıkarılması ile zaman, mekân çerçevelerinin çizilmesinin yetmeyeceği kanısını taşımışlardır. Sözgelişi, çağımız dünyası niye Kuzey batı Avrupa'da biçimlendi de, onun iklîm şartları ile coğrafî konumunu andıran yeryüzünün özge yörlerinde şekillenmedi? Onaltıncı yüzyılda yüksek bir zanaat (Fr&İng technique) sevîyesi sergileyen Çin, nasıl oldu da düzenli biçimde uzak ufuklara yelken basıp denizaşırı toprakları yerleşimine açamadı,[iii] nihâyet bunu İngilizler, Felemenkliler, Danimarkalılar, Fransızlar, Ispanyollar ile Portekizliler başardılar? Hele, nüfus ile yüzölçüm boyutları itibârıyla, koskoca Çin ile küçücük Felemenk ile Danimarka ülkelerini karşılaştırınca, muazzam başarı ibresinin ikincilerden yana ağır basması, daha bir şaşırtıcı olmuyormu?
Herbert W. Armstrong, bu hâli, "Vahiye göre Anglo-Saksonlar"[iv] başlıklı dikkate değer eserinde ilahî inâyete[v] bağlamıştır. Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770 - 1831) ise, "Tarih Felsefesi Dersleri"™ başlıklı dev eserinde tarihin, 'Maneviyât' (Alm Geist) tarafından belirlenip yönlendirildiğini öne sürmüştür. 'Dünya Maneviyâtı'nın (Weltgeist) hükmü altında yol alan medeniyetin[vi] güneş misâli, doğudan doğup[vii] Batı Asya'da en üst noktasına erişerek batıda[viii] kemâle erdiği görüşünü savunmuştur.
Hegel'e göre, Maneviyât, doğada olduğu gibi, tarih diye adlandırdığımız insanlık âleminde dahî, milletlerin maşerî (Fr collectif) bilinçleri yahut millî maneviyâtları (Alm Volksgeist) aracılığıyla Kendini izhâr eder. Bu süreçte bâzı milletler başı çekerlerken, diğerleri bir çeşit figüran rolünü oynarlar. Maşerî maneviyâtın kendisinde odaklaştığı kimseler, Hegel'in gözünde, Büyük İskender (356 - 322), Gaius Iulius Caesar (102 - 44) ile Napoleon Bonaparte (1769 - 1821) gibi tarihî kişilerdir. Bunlar, kendi başlarına cüzî amaçlarının takîpcisiyken, aslında, tabiî ki bilmeden, "aklın bir hîlesi"ne âlet olurlar.[ix]
Yine Hegele bakılırsa, maneviyâtın kendisini göstermesi, mutlak hukuk ile hürriyet ilkelerinin[x] gerçekleşmeleri ("Freiheitsverwirklichung") yoluyla olur. Hürriyetin gerçekleşme basamakları, insanlığın ilerleme ("Fortschritt") aşamalarını temsîl eder. Hürriyetin gerçekleşme sürecinin akîm kaldığı yahut ilgâ kılındığı durumlarda, gerileme ("Rückkehr") başgösterir. İlerlemeyi durduran en önde gelen etken ise, doğaya hâkim karanlık güçlerin ("dunkle Macht der Natur") baskısına insanın, bel vermesidir. Hukuk ile hürriyet ilkelerinin bayrakdarlığını yapan millet, tarihteki ilerlemenin de öncüsü sayılır. Bu çabalarında doğanın veya tarihin istibdât fırtınalarına göğüs geremeyen yahut bayrakdarlık tâkatını gösteremeyen milletler, hukuktaki üstünlüklerini, yânî devlet olma vasıflarını ve hürriyetlerini yitirirler.
Devlet geleneğinin Asya'dan yayıldığını bildiren Hegel, kendi bireysel kaderinin —İslâmî terimlerle söylersek, 'cüzî irâde'sinin— bilincine erişme mücâdelesini vermek sûretiyle kişileşmek, kölenin tersine, Atinalı vatandaşa[xi] nasîb olmuştur, diyor. Çağdan çağa, toplumdan da topluma farklılık gösteren örflere bağlı birey olma durumundaki insandan tek tanrılı vahiy dini —Hegel'in kasdettiği, Hırıstıyanlıktır— sâyesinde ahlâk insanı doğmuştur. Ahlâk kişisi olarak insan, hürriyet ile akıl varlığıdır.[xii] Hür insan, konumunu Lutherci Islâhatçı ("Reformation") hareket ve daha sonra Hürriyetçilikle ("Liberalismus") pekiştirmiştir. Hırıstıyanlığın yaratma görüşüyle, yeryüzünün, doğadışı güçlerden arındırılmasının ardından ("entgötterte Natur"), Lutherci Islâhat ve sonraki Hürriyetçi hareketlerin sonucunda, HegeVe kalırsa, insanın kendisi, kendisine karşı serbestçe tavır alır hâle gelmiştir.[xiii] Bu serbestleşmesindeki en önemli âmil, onu, doğanın, Hegel'in deyimiyle söylersek, karanlık, müstebit güçlerine karşı muzaffer kılan sanayi devrimi olmuştur.
(Ş. Teoman Duralı'nın, Dergah Yayınları'nca yayınlanan 'Çağdaş Küresel Medeniyet – Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz Yahudi Medeniyeti – Anlamı, Gelişimi ve Konumu' isimli kitabından alıntılanmıştır.)
[i] Günümüzde en etkili, kudretli ve muntazam silâhlı kuvvetleri, sözgelişi, İngiliz-Yahudîliğin ana merkez üç ülkesi olan İngilterenin, A.B.D. ile Israilin ellerindedir.
[ii] Fr rationnel-empirique
[iii] Ming hânedânı devrinde Çinin güneyindeki Yunnan eyâletinden Müslüman Çinli amiral Çeng Ho (asıl adı, Ma San-Pao: 1371 - 1435), kumandasındaki 62 gemilik filo ve 27,800 askerden oluşmuş birlikle 1405de Batı denizlerine yelken açmıştır. Siyâsî ile ticârî sebeplerle ziyâret edilen ülkeler, sırasıyla, Vietnam, Malaka (Malaya'da), Sumatra, Seylan, Basra Körfezi, İran, Hicaz, Umman, Yemen, Sudan, Kenya, Zanzibar... Ziyâret olunan yerlerden anayurdun yabancısı olduğu bitki ile taş örnekleri, ticârî metâa ve kimi ecnebî tâcir ile devlet ricâli pâyıtaht Nankinge götürülmüşlerdir. Birçok kez tekrarlanan gezilere nihâyet 1433te birdenbire son verilmiştir. Bu tarihten sonra Çinliler, bir daha uzak yol deniz keşif gezilerine çıkmamışlardır —bkz: Nicholas Tarling: "The Cambridge History of Southeast Asia", I. cilt, 227. & 331. syflr;
ayrıca bkz: "Encyclopedia Britannica CD Multimedia Edition", "Cheng Ho" maddesine.
Bundan altı yüz yıl önce binlerce kişinin gerek taşınmasını gerekse aylarca süren iâşesini sağlayan teşkilâtcılık ile düzen zihniyetine, bunca büyük sayıda gemiye böylesine uzak ve tanınmayan diyârla- ra yelken açtıran zanaate, hüner ile mahârete nice hayran kalınsa azdır. Hayrete mûcib olan husussa, böylesine muazzam bir teşebbüsün, müstemleke kurma bâbında sonuçsuz kalmasıdır.
[iv] Fr "Les Anglo-Saxons selon la Prophétie"; İngilizceden Fransızcaya Ambassador College tarafından tercüme olunmuştur.
[v] Fr Grâce Divine.
[vi] Geschichte der Menschheit: İnsanlık tarihi.
[vii] demekki Doğu Asyadan.
[viii] demekki Batı Avrupada...
[ix] Alm "unbewusste Werkzeuge einer List der Vernunft".
[x] Alm"das unbeschrankte Rechts- und Freiheitsprinzip".
[xi] Alm "griechische Bürgerwelt".
[xii] Alm "Freiheits- und Vernunftswesen".
[xiii] Alm "Befreiung des Menschen zu sich selbst".