Değerli okuyucum.
Kudüs ve Mescid-i Aksâ üzerine yazımıza devam edeceğiz. Ancak bu yazıda sizlere, vefat yıldönümünü idrak ettiğimiz, sadâsı Konya'dan tüm dünyaya yayılan sözleri gönüllerde yer bulan bir Allah dostundan bahsetmek niyetindeyiz. Derunundaki aşk cevherine ilim ve irfan gibi iki önemli vasfı yoldaş eyleyen ve bir bakıma Aşkın Kanatları olup, kâinatı ve insanı seyre çıkan bu Aşk Eri'ni kısa satırlarla anlatmaya çalışacağız. Muhammed Celâleddin'i, Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî kılan gerçekleri ifade etmek adına…
Kültürümüzde, "Ricâlullah" veya "Evliyâullah" denilen kimseler vardır. Bu has kullar, öylesine bir ömür geçirirler ki, tüm hayatlarında, dahası tüm vakitlerinde Allah Teâlâ ile birlikte bulunmanın ve bu huzur halini daimi olarak yaşamanın gayreti ve çabası içinde olurlar.
Onlar, Allah Teâlâ'nın, "Haberiniz olsun ki, Allah'ın dostları için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır. Onlar Allah'a iman eden ve kulluk şuuruyla hareket eden takva sahipleridir." (Yunus, 62-63) diye vasıflandırdığı kıymetli kullardır.
Onlar, vefatları anında meleklerden, "Korkmayın, endişelenmeyin ve geride bıraktığınız evladınız ve ailenizden dolayı da hiç mahzun olmayın. Bilakis size va'dedilen cennete kavuşacağınız için sevinin..." (Fussilet, 30) müjdesini alan bahtiyar kimselerdir.
Onlar ki, kendileri hakkında, "Allah'ın öyle has kulları vardır ki, ne bir ticaret ne de alış-veriş onları Allah'ı anmaktan alıkoymaz" (Nûr, 37) diye buyrulan er kişilerdir.
Onlar ki, geceleri sıcak yataklarını terk ederek Rablerinin huzurunda duran, kıyamları ve secdeleri uzun namazlarla kulluklarını ikrar eden kimselerdir.
Bazen isimleri Şâh-ı Nakşibend'dir, Cüneyd-i Bağdâdi'dir, Bâyezid-i Bestami'dir… Bazen, Abdulkadir-i Geylani'dir, Mevlana Halid-i Bağdadi'dir, Mevlana Celâleddin-i Rumî'dir. Belki işte bu sebeple onlar, Rablerine kavuştukları geceye Şeb-i Arus yani "Düğün Gecesi" diyebilen müstesna şahsiyetlerdir. Ancak onların düğünleri de farklıdır. Çünkü onların düğünleri bildiğimiz en uzun düğünler gibi, "40 gün-40 gece" değil, günler ve geceler, aylar ve hatta yıllarca sürmektedir... Nitekim, ahirete irtihalinin yeni bir sene-i devriyesi sebebiyle kendisinden bahsettiğimiz Hz. Mevlânâ, demek ki sadece bedenî varlığıyla bizden ayrılmış... Sanki o, ruhaniyetiyle gönüllerimizde taht kurmuş da; cana şifa, ruha gıda bahşeden sözleri ve şiirleriyle aramızda yaşıyor ve adeta her yıl 17 Aralık'ta Mevla'sına yeniden kavuşuyor…
HZ. MEVLANA KİMDİR? BESLENDİĞİ MANEVİ KAYNAKLAR NELERDİR?
Tarihte yaşamış bir şahsiyet olarak baktığımızda Hz. Mevlânâ, Altunabâ -bir diğer adıyla- İplikçi Medresesi'nde öğrencilerine ders veren bir müderris, bazen zikir halkaları kurarak ona mürid olanları manevi eğitimle yetiştiren bir mürşid; ve camilerde verdiği vaazlarla insanları eğiten bir maneviyat mürebbisidir. Ancak ne zaman ki bir aşk ummanı ve gönül mimarı olan Şems-i Tebrizî ile karşılaşınca kendisinde böylesine farklı yönlerde cevherler bulunan Hz. Mevlânâ, öylesine bir ince işçilikle işlendi ki, ortaya muhteşem güzellikte ışıklar saçan bir mücevher çıkıverdi. Bu mücevher, ne taraftan bakarsanız farklı renkte ışıklar yayan bir elmas hüviyetindeydi... Bu elmas, ustasını kaybettikten sonra onun firkatinden dolayı hicran ateşiyle aşk ve muhabbet potasında eridi, eridi ve bir çağlayan gibi binlerce beyit halinde Mesnevî oldu, Divân-ı Kebîr oldu, Fîhi Mâ Fîh oldu müminlerin gönül vadilerine aktı durdu, yıllardır ve asırlardır... Dolayısıyla, kim aşka dair bir şeyler bulmak isterse Hz. Mevlânâ'ya başvursun. Kim sevgiye, tasavvufa, kulluğa ve insan eğitimine dair bir şeyler almak isterse yine Hz. Mevlânâ'ya başvursun... Çünkü onun tezgahında bunların hepsini rahatlıkla bulabilirsiniz.
Biraz önce ifade ettiğimiz üzere, Hz. Mevlânâ çok yönlü bir şahsiyettir. Şahsında birkaç yönlü cevher bulunan biridir o... Ancak bazen bir kısım kimseler tarafından Hz. Mevlânâ, "hümanist bir İslam filozofu", "ünlü bir halk ozanı", "mistik bir şair" veya "İslam düşünürü" sıfatlarıyla tanıtılmaya çalışılır. Tekrar ifade edelim ki, Hz. Mevlânâ, en başta bir İslam alimidir. Zira o, İslami ilimlerin tahsil edildiği kurumlardan birinde, bir medresede görev yapan bir müderris olmakla her şeyden önce, Allah'ın kitabını ve Resulünün sünnetini bilen bir şahsiyettir. İşte böylesine sağlam bir dinî birikime sahip olan Hz. Mevlânâ, adeta kendisini yetiştirmek ve eksik kalan kısımlarını tamamlatmak için Allah tarafından gönderilen "Gönül Eri" ve "Aşk Ummanı" Şems-i Tebrizî ile karşılaşınca aşktan da nasibini aldı, böylece ilimle aşkı mezc ederek, insanı tanıma ve kendine tanıtma vadisinde çift kanatla uçabilen, "Aşkın Kanatları" haline geldi.
Böylece, yaşadığı manevî halleri önce sadık talebesi Hüsameddin Çelebi'nin anlayabileceği hale getirdi de öyle anlattı. O söyledi, Hüsameddin Çelebi yazdı ve ortaya 26.000 beyitlik Mesnevî gibi bir şaheser çıktı. Diğer eserleri de, uzun yıllar almış olduğu tahsilin, aşkla ve tefekkürle yoğrulan neticeleriydi... İşte böylesine müstesna bir mücevher olan Hz. Mevlânâ'nın, beslendiği iki ana kaynağın neler olduğu, onun kimliği ve kişiliği hakkında da doğru bilgiler verecektir kanaatindeyiz. Bunun için, geliniz hepimizce malum olan bir beytin kulak verelim:
"Ben şu canı bu tende taşıdığım sürece Kur'an'ın kölesiyim.
Ve ben Hz. Muhammed'in yolunun tozuyum toprağıyım.
Birisi benden, bundan başka söz naklederse,
O kişiden de şikâyetçiyim, o sözden de..."
Bir başka yakarışı ise şöyledir Rabbine…
"Allah'ım bana yerle gök arası genişliğinde bir ağız lûtfet ki, meleklerin bile hayran olduğu Muhammed Mustafa'yı anlatıp da durayım."
Dolayısıyla Hz. Mevlânâ, birilerinin iddia ettiği ve ısrarla kabul ettirmeye çalıştığının aksine, Kur'an-ı Kerim ayetlerini ve Hz. Peygamber'in hadislerini bilen, öğreten ve yaşayan bir mümindir. Beslendiği bu iki ana kaynağı görmeden ve kabul etmeden onu anlamaya muvaffak olmak mümkün olmadığı gibi onu tanımaya çalışmak ve tanıdığını iddia etmek de beyhude bir çabadır!..
AŞKIN KANATLARI: HZ. MEVLANA
Böylesine bir Kur'an ve Hz. Peygamber aşkının sahibi olan Hz. Mevlânâ, ona "Aşkın Kanatları" dedirtecek bir aşk eridir. İlahi aşka, kâinata sinmiş bu aşka bizlerin de dikkatini çekmek ister ve der ki:
"Kâinatta ne varsa aşktan ibarettir. Aşk olmasaydı, bu kainat nereden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana yedirip senin vücuduna katılır ve sen olurdu? Bil ki ekmek, o aşk sayesinde kendini sana verdi ve sende fani olarak sen oldu."
"Bil ki, içi ilahi aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır. Belki hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashab-ı Kehf'in köpeği dahi aşk ehlini aradı buldu, ruhani bir safâya erişti ve o has kullarda fani olarak cenneti kazandı."
"Ölü idim dirildim. Gözyaşı idim tebessüm oldum. Aşk deryasına daldım, nihayet baki olan devlete nail oldum."
"Ölümümden sonra siz açın bakın kabrime
Kefenimden nasıl bir duman yükselir göğe
Eğer öğrenmek dilersen mekânım nerde diye
Beni kabrimde arama. Aşıkan gönlündeyim!"
Nitekim bu aşkla, bu şevkle dolu olan Hz. Mevlânâ, sevgili talebesi Hüsameddin Çelebi'nin ifadesine göre, soğuk kış gecelerinde dayanamadığı aşk ateşinin hararetiyle kendini dışarıya atar, sofada başını secdeye koyarmış... Hararetinin şiddetinden secde ettiği yerdeki buzlar erir su olurmuş... Tıpkı, secdelerde gözyaşları toprağı çamura çeviren Abdülkadir Geylani gibi... Ve tıpkı, ümmetine, güzel kulluğun da "en güzel örneği" olarak, uzun secdelerde gözyaşları sakalını ıslatacak kadar akan Sevgili Peygamberimiz (sav) gibi...
Kıymetli okuyucum.
Gönüllerini Allah aşkıyla cilalamış olanlar, her an oraya bir başka güzelliğin aksettiğini görürler. Her an Allah'ın sayısız kudret akışından birine şahid olurlar. Yani benliklerinde gizli "ahsen-i takvim" hakikatini keşfederler. Çünkü onlar için, bizim güzelliklerine sarıldığımız mecazi renkler ve kokular yoktur. Dünyevi renk ve kokuları aşan ve gönülleri Allah ve Resulünün aşkıyla dolu olan bu aşıklar, eşya ve olaylara "Muhammedî" sürme çekilmiş gözlerle ve firasetle baktıkları için "Ney"i bir "kamış parçası" olarak görmez, sesini de "sıradan bir ses" kabul etmezler. Bu sebeple, Hz. Mevlânâ der ki:
"Dinle bak neyi, neler söylüyor?
Gizli İlahi sırları ifşa ediyor.
Yüzü sararmış, içi boşalmış, başı kesilmiş...
Yahut neyzenin nefesine terk edilmiş,
Dilsiz ve kelamsız bir halde,
Feryad ederek "Allah Allah diyor."
ALLAH'A KULLUK MERTEBESİ VE HZ. MEVLÂNÂ
İnsanın, yüce bir Yaratıcı tarafından yaratılmış olduğunun ve ona kul olması gerektiğinin şuurunda olması, kulluğun en yüksek makamıdır. Bu aynı zamanda peygamberlikten de önce zikredilen bir vasıftır. Nitekim, kelime-i şehadeti okurken bizler peygamberimizden bahsederken, "abduhû ve resûlühû" diyerek, önce onun kulluğunu sonra peygamberliğini tasdik ederiz. Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen bazı peygamberler de bize tanıtılırken "O ne güzel bir kuldu" (Sâd, 44) diye kulluğunun güzelliğine vurgu yapılarak örnekler verilir. Tüm bu anlatılanlar bir tek hakikate işaret ediyor ki, o da Yüce Mevlâ'mızın buyurduğu "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyat, 56) fermanıdır.
Hz. Mevlânâ da, kulluğunun şuuruna vakıf olabilen müstesna bir şahsiyettir. Ona göre kulluk şuuruna sahip olmanın en güzel karşılığı vefa duygusudur. Vefayı dostluğun bir parçası olarak gören Hz. Mevlânâ, bir beytinde der ki:
"Dosta karşı vefalı ol. Vefâkâr olmak Elest Meclisinde söz verdiğin borcunu ödemendir. Korkarım ölürsün de borçlu gidersin."
Bu beytiyle bizlere, adeta Allah Teala'nın, "Sizin Rabbiniz Ben değil miyim?" sorusuna karşılık bütün ruhların "Evet şahitlik ederiz ki, bizim Rabbimiz Sensin" şeklindeki cevabından bahseden ayeti (A'râf, 172) hatırlatır.
Ancak onun Cenâb-ı Hakk'a karşı kulluk şuuru farklı bir çizgide tecelli eder. Bu çizgi kulluktan yana duyduğu şevk ve heyecandır. Gelin şu beyte kulak verelim:
"Kul oldum. Ben kul oldum
Rabbimin kapısında bir vasıfsız kul oldum
Her esir mutluluğa kavuşur hür olunca.
İlahi! Ben ise Senin kapında kul olmaktan mutluyum."
Hz. Mevlana, işte böylesine bir kulluk şuuruyla yaşadı ve Rabbine kavuştu. Bizleri de şu sözleriyle uyardı:
"Ömür, yarınlara bağlanan ümitlerle geçip gitmede.
Gâfilcesine kavgalarla, gürültülerle, didinmelerle tükenip durmada...
Sen aklını başına al da, ömrünü şu içinde bulunduğun gün say.
Bak bakalım, bu günü hangi sevdalarla harcıyorsun?"
Sözleriyle insanı insana tanıtmaya çalışan bu müstesna Allah Dostu'na rahmetler diliyoruz…