Kaybettikten sonra dostları bu kabîl yazılarda anmak, bana hep Müderris Ferid Kam (1864-1944) merhûmun Süleyman Nazif'in (1870-1927) vefatından sonra söylediği:
Sağlığında nice ehl-i hünerin
Bir tutam tuz bile yoktur aşına.
Öldürüp evvel onu açlıktan
Sonra bir türbe dikerler başına.
kıt'asını hatırlatır. Merhum Ziyad Bey'in (1911-1994) maddî mânâsıyla açlık çektiğini hiç düşünemem ama Osmanlı bakıyyesi bir Cumhuriyet münevveri olarak, unutturulan kültür değerlerimize karşı mânevî açlığının -bilhassa son zamanlarında- sür'atle arttığını da biliyorum.
Ziyad Bey'in ismine ve künyesine İkinci Cihan Harbi'nin o yokluk günlerine rastlayan çocukluğumda neşredilen Tasvir gazetesinden, ayrıca evlerimizin yıllık misafiri olan Takvim-i Ebüzziya'dan âşinâlığım vardı. 1962'ye kadar faâliyetini sürdüren İstiklal Caddesi üzerindeki Kitap Sarayı mağazasına da ara sıra uğrardım ama, kendisini tanımazdım. Zaten bu müessese de sonunda iflas ile kapanmıştı.
1963 yılında Taksim'in Gümüşsuyu semtinde serbest eczacılığa başladığımda, müşteri sıfatıyla -ve o "beyefendi" tavrıyla- bir gün Ziyad Bey'i karşımda buldum (Resim 1). Hemen aramızda bir yakınlık kuruldu. Meğer o da Ayaspaşa'da kiraladığı bir dâirede oturuyormuş, eczâhâneye zaman zaman uğrar oldu. Bir müddet sonra Cihangir'e taşındığında da, görüşmeye vesile bulmak için o kadar yoldan gelip alışverişini yine bizden yapmayı îtiyad edinmişti. Evinde tertiplediği toplantılara davet etmek lutfunda da bulunurdu. Kadıköy'ün Yoğurtçu semtine taşınışına kadar yüzyüze yakınlığımız sürdü, sonrası daha ziyade telefon konuşmalarına inhisâr etti, ama kalbî râbıtamız kesilmedi. O yıllarda, gelenekli sanatlarımıza dâir hazırladığım nâçîz kitaplara dâir matbuattaki tanıtma yazılarının ilki dâima merhumun kaleminden çıkardı. Türk Kültürüne Hizmet Vakfı'nın idaresinde vazife aldığı sıralarda -onun teklifi üzerine- Kāmûs-ı Türkî'deki kelimelerin ses bandına doğru telaffuzla okunmasına hizmet etmekten iftihar duymuşumdur. Ancak bu hayırlı ve lüzumlu faaliyet "Varak-ı mihr ü vefâyı kim okur, kim dinler?" kavlince eğitim ve kültür mahfillerinde yeterli rağbeti görmedi, buna rahmetli de çok üzülmüştü.
Son yıllarında nâdiren ziyaretine gidebiliyordum. Hele bir keresinde evde yalnız kaldığı için, kapıyı açacak iktidârı kendisinde bulamadığından, görüşemedik. Onun gibi hareketli, cevvâl bir zâta -tabii bizlere de- bu hâl çok hazin geliyordu. Vefatında da İstanbul'un hayli uzağında oluşumdan dolayı, merhumun son yolculuğuna katılamadığıma hep üzülürüm.
Ziyad Bey'in Galatasaray Lisesi'nin kapısı üzerindeki düşmüş kitâbeyi yeniden yazmam husûsunda gösterdiği ısrar dolayısıyla, son yıllarında temâsımız sıklaşmıştı. Konuyu burada açmalıyım: Galata Sarayı binası, mektep olmadan önce Sultan Abdülazîz'in (saltanatı: 1861-1876) arzusuyla babası Sultan. II. Mahmud'un (saltanatı: 1808-1839) "Adlî" mahlasından ilhâm alınarak Kışla-i Adliyye ismiyle tamamlanmış (1865); kısa bir müddet sonra da Mekteb-i Sultânî'ye tahsîs edilmiş. Lâkin, caddeye açılan cümle kapısında eski hâliyle muhafaza edilen kışla kitâbesinin harfleri ve üstündeki Sultan Abdülazîz tuğrası zamanla düşüp zâyî olmuş. Bu kitâbede yer alan ve Sadrâzam Yusuf Kâmil Paşa (1808-1876) tarafından söylenilen tebrik kıt'ası şöyle idi (Resim 2).
Açıldıkça bu bâlâ Kışla-i Adliyye'nin bâbı,
Eder alkış asâkir, Hazret-i Abdülazîz Hân'a.
Bu yolda nev-benev âsârı, Kâmil, şâhid olmaz mı?
Terakkî-i şükûh ü şevket-i Abdülazîz Hân'a.
(Adliye Kışlası'nın bu yüksek kapısı açıldıkça, askerler Abdülazîz Hân'a alkış tutarlar. Kâmil, bu yolda yeni yeni eserleri, Abdülazîz Hân'ın ululuk ve yücelikte ilerlemesinin şâhidi değil midir?)
O târihlerde usta bir hattat eliyle yazılan bu celî ta'lîk kitâbe, sarı madenden kesilip demir kapının alınlığına harflerinden vidalanarak tutturulmuş. Ziyad Bey, anılan kapının eski bir fotoğrafını bana vererek; kitâbenin yeniden yazılmasını ve üstündeki tuğranın da te'mînini istedi. Kitâbeyi, celî ta'lîk üstâdı Hulûsi Yazgan'ın (1869-1940) Yenikapı Mevievihânesi'ndeki semâ'hâne için yazdığı celî ta'lîk yazıların kalıbından seçtiğim harfleri küçültme yoluyla hazırladım. Tuğrayı da arşivimde mevcud olan ve Vahdetî Efendi (1834-1871) tarafından çekilmiş bulunan bir Sultan Aziz tuğrasından çıkardım. Her ikisini de -gāliba 1989 yılında- devrimizin ahşap, mâden ve sedef oyma san'atkârı Salih Balakbabalar mükemmel bir ustalıkla sarı mâdenden kesip tamamladı. Ancak, bu çalışma Ziyad Bey henüz hastalanmadan önce bitirilmesine rağmen, "ileriliğin timsâli" sayılan bir caddedeki "Batı'ya açılan penceremizin" üstüne böyle "Çağdışı bir kitâbenin" yerleştirilmesi, anlaşılan bâzılarını rahatsız edecekti ki, yerine konmadı, konamadı. Ziyad Bey'in çabalarının netice vermeyişi, Galatasaray'ın idare heyetinde bu kültüre vâkıf bulunan tek kişi olarak kalmasındandı.
Dilerim, ilerde bir gün bu kısır anlayış yerini akıl ve iz'âna bırakır da, Galatasaray Lisesi'nin müzesindeki bir kutuda bekletilen tuğra ve kitâbe harfleri, kapının üstüne konularak Ziyad Bey merhûmun rûhu da şâd edilmiş olur (Resim 3).
Sevindirici Bir Ekleme:
Akıl ve iz'ân, çok ileriye kalmadan kendini gösterdi: O sıralarda Galatasaray Lisesi Müdîrliğine tâyîn edilen Prof. Dr. Erdoğan Teziç (1936-2017), hem anılan kitâbeyi ve tuğrasını, hem de bina içindeki târihî yazıları 1997 yılında yerlerine koydurmakla medeniyet tarihimize adını yazdıracak bir fiili gerçekleştirmiş oldu. Kendilerine -tanışmamakla beraber- şükranlarımı arz için telefon ettim. Bana cevâbı: "Kitâbeyi yerine koydurmakdan başka ne yapabilirdim? Mâzîmden mi utanacağım" oldu. Bütün bunlara vesile olan Ziyad Bey'le beraber Erdoğan Teziç'i de rahmetle anıyorum.
Prof. Uğur Derman
Resim 1: Ziyad Ebuzziyâ
Resim 2: Galatasaray Lisesi kapısı üzerine yeniden hazırlanıp konulan kitâbe
Resim 3: Ziyad Ebuzziyâ son yıllarında