Eskiden beri; kişilerin, kurumların, ülkelerin, toplumların kaderlerinden söz edilir. Büyük bir çoğunlukla, dengeli ve tutarlı bir tanım yapılamaz; ifrat ile tefrit arasında, bir o yana bir bu yana gidilip gelinir.
Başımıza gelenleri; "kader, kısmet, nasip, talih, alın yazısı" gibi kavramlarla tanımlama yoluna gideriz. Genel eğilim ve tavır olarak; "tembellik" yüzünden yaşadığımız zafiyetleri, "tevekkül" perdesi ile örteriz.
Anadolu irfanının bilgelik pınarından içenler; "nasibe de tahsil gerek" derler. Böylece; kader inancının "pasif bir bekleyiş" değil, "aktif bir arayış" olduğunu yahut olması gerektiğini söylerler.
İlahi düzende de, beşeri sistemlerde de; temel ilke olarak, "yetki-sorumluluk denkliği" vardır. Kişilerin sorumlulukları; sahip oldukları güç ve imkân kadardır.
Bu anlamda, insan; hem yetkili, hem de sorumlu bir varlıktır. Bir yandan, üstün vasıflarla donatılmış; öte yandan, yerlerde ve göklerde var olan her şey emrine amade kılınmıştır.
İyiliği de kötülüğü de yaratan Allah'tır. Ancak, insanın; bunlardan birini seçme, tercih etme hakkı vardır.
Hak ile batıl, iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, hayır ile şer arasında tercih yapma hakkı tanımış; bu tercihlerinden dolayı sorumlu tutmuştur. Seçenekleri var eden de, seçme hakkı tanıyan da O'dur.
Kulun ihtiyacı olan her şeyi, O yaratmıştır. Arayıp bulma, seçip alma yetkisini ve sorumluluğunu ise; insanın kendisine bırakmıştır.
İlk insan Hz. Adem'e; önce isimleri (kelimeleri, kavramları, anlamları) öğretti. Fakat, hangi kelimeleri kullanarak nasıl cümleler kuracağını kendisi tercih etti.
Nuh tufanı da, Nuh da, gemi de, gemiye binenler de, binmeyenler de ilahi iradenin sınırları içindeydi. Ancak, binme ya da binmeme tercihi; kulların kendi ellerindeydi.
Genel anlamda, "kaderin ve kalplerin sahibi" Allah'tır. Özel anlamda ise; Allah'ın külli iradesi içinde, insanın cüz'i iradesini özgür kılma takdiri vardır.
İnsanın, "her şeye gücünün yeteceği" vehmine kapılıp ilahlaştırmak kadar; "hayatın akışına hiçbir dahlinin olmadığı" iddiasında bulunup hayvan yahut bitki düzeyine indirgemek de, kader inancını ifsat etmek demektir. O, "yaratılmışların en üstünü" olup; Allah'ın yeryüzündeki kulu ve halifesidir.
Eylemleri ve söylemleri konusunda; özgür iradesi ile tercihler yapabilir. Adına "ömür" dediğimiz "imtihan" sürecinin sonunda; yanlış tercihlerinden dolayı cezalandırılır, doğru tercihlerinden dolayı ödüllendirilir.
Bu işin sırrını çözmek ve sınırlarını çizmek için; dinimizin ve dünya görüşümüzün tebliğcisi, temsilcisi, rehberi, önderi olan Hz. Muhammed(sav)'in haline, tavrına bakabiliriz. O'nun yolundan yürüyenlerin ayak izlerini takip ederek, sahil-i selamete çıkabiliriz.
Hadis rivayetlerinden anlaşıldığına göre; Peygamber Efendimiz, dualarında "kaderin kötüsünden Allah'a sığınmış" ve bunu ashabına da tavsiye etmiştir. Ayrıca, hasta olanların tedavi görmeleri gerektiğine vurgu yaparak; bunun da bir kader olduğunu belirtmiştir.
Hz. Ömer (ra), veba salgını sebebiyle Şam'a girmeyip geri döndüğünde; bunu "kaderden kaçış" şeklinde yorumlayanlar olmuştur. Bunun üzerine, kulun hiçbir fiilinin kaderin kapsama alanı dışında kalmadığını belirterek; yaptığı şeyin, "bir kaderden başka bir kadere geçiş" olduğunu duyurmuştur.
Hz. Ali (ra), kendisine sorulan bir soru üzerine; her şeyin kaza ve kadere göre tecelli ettiğini, hiçbir olayın bunun dışında olmadığını belirtmiştir. Arkasından, kaderin insanları icbar etmediğini ve fiillerini özgür iradeleriyle gerçekleştirdiklerini hatırlatarak; aksi takdirde, ceza ve mükâfat uygulamasının adalet ilkesine aykırı olacağını ifade etmiştir.
Hilafeti saltanata dönüştüren Muaviye, kader inancını istismar ederek; kendisini Devlet Başkanı yapanın ve icraatlarını yaratanın Allah olduğunu, dolayısıyla bütün işlerinde isabetli davrandığının kabul edilmesi gerektiğini söyler. İmam-ı Azam Ebu Hanife, buna şiddetle itiraz eder; bu yüzden hapis yatar, kırbaç yer.
Yakın geçmişte, dünya hayatına veda eden dostlarımız oldu. Günlük, haftalık, aylık, yıllık planlarında yer almayan bir şey beklenmedik bir şekilde gerçekleşti ve geldikleri yere geri dönme zamanı geldi.
Onlara sorulsaydı; kim bilir kaç yıl daha yaşamak isterlerdi. "Allah'ım, dünyada daha yapacak çok işimiz var, bize mühlet ver" derlerdi.
Dolayısıyla; kişisel istek ve iradeleri dışında, kadere boyun eğip dünya limanından demir aldılar. Ancak, sağlık ve afiyet içinde geçirdikleri yıllar boyunca; nerede ve nasıl yaşayacaklarına, kendileri karar verdiler.
Sonuç olarak; evet, "kaderin üstünde bir kader vardır". Ve fakat, külli iradenin sahibi olan Allah; cüz'i iradenin sınırları içinde kalan konularda, tercih hakkını kullarına bırakır.
Bizim; "hiç ölmeyecekmiş gibi" dünya için, "yarın ölecekmiş gibi" ahiret için çalışmamız gerekir. Kadere kafa tutmak, haddimiz değildir; ancak, içini iyi doldurmak en büyük görevimizdir.