Hz. Adem (as) beşeriyetin ilk atası ve ilk peygamberi olarak kendi neslinden gelenlere Allah'ın birliğini ve ona itaatin önemini anlatmıştır. İdris (as) insanlığa hayvanların yünlerini kırkıp bundan ip yapmayı ve ipi nasıl bükeceklerini öğretmiştir. Böylelikle kendilerine medeniyetin ilk verileri olan insanı soğuk ve sıcağa karşı koruma aracı olan elbise dikmeyi öğretmiştir. İpin bükülmesini insanlar bilmezlerdi. Hz. İdrîs'in terzi olduğu, her iğne saplayışında "sübhânallah" dediği ve günlük amellerine bakıldığında yeryüzünde ondan daha üstün amel sahibi kimsenin onun zamanında yaşamadığı kaydedilir, (İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kurʾâni'l-azim, Kahraman Yayınları, İstanbul 1985, V, 236). "Biz onu yüce bir mekâna yükselttik" ayetinin meâline bakıldığında kendisine hem peygamberlik hem de otuz sahîfe verilmesinin yanında kalemle yazı yazan, ipi büken, ipi dokuyarak ondan kumaş ve kumaştan elbise diken ilk insanın İdrîs olduğu ifade edilir. (Fahreddin er-Râzî, Mefatihu'l-gayb, XXI, 233).
Beşeriyet tarihinin ilk dönemlerinde insanların bilgi ve tecrübeleri sınırlı idi. Ancak vahiyle gelen peygamberlerin insanlığa öğrettikleri hususlar vardır. Hz. Nuh'a gemi yapmayı, Hz. İdris'e iğneyi, ipliği ve kumaşı, Hz. Davud'a demiri işlemeyi, Hz. İsa'ya bazı tıbbî bilgileri öğreten yüce Allah'tır. Medeniyetin ilk temel taşları olan bu hususlar vahiy ürünüdür. Bilginin ilk kaynağının vahiy olduğunu bu peygamber öğretilerinden anlamaktayız.
Bütün uyarı ve öğütlere rağmen insanlığın zaman içinde yanlış yollara sapıp tevhid inancından uzaklaşarak atalarının heykellerine tapıp şirke girmeleri üzerine Hz. Nuh'un İdris'ten (as) yüzlerce asır sonra peygamber olarak gönderilmesi insanların Allah'ı unutmayıp tek bir Rab ve İlah olarak tanıyıp emirlerine bağlanıp itaat etmeleri konusunda onları uyarmak maksadını taşımaktadır. Hz. Nuh 950 yıl müddetle insanları Allah'a iman etmeye davet etmesine rağmen "Allah'ım! bu yöneticilere ve hükümdarlara karşı mağlup oldum, Senden yardım diliyorum" diye dua ettiği gibi iman etmemelerinden dolayı sonunda tufan ile nasıl ve neden helak edildiklerini görüyoruz.
Kur'ân-ı Kerim'in "Mele' ve Mutrafîn" (azgın ve zalim yöneticilerle servetin azgınlaştırdığı müreffeh çevreler) diye nitelediği Nuh kavmi, Hz. Adem'den o güne kadar toplumsal bir boyut kazanmayan, sadece ferdi anlamda insanlarda gözüken şirk olayını, yaşamaya başlayan bir toplumdur. Onlar, topluca Allah'a şirk koşan bir kavimdi. Bu kavmin Allah'a şirk koşması, Allah'ı bırakıp ve unutup kendilerine taştan yonttukları heykelleri ilah zannedip mabud edinmelerindendi. Nuh kavminin mabud edindiği heykel ve putlar, daha önceleri o toplum içerisinde yaşamış ve gelip geçmiş salih kişiler olarak bilinen insanların heykel ve putları idi. Putperestlik, toplumun bu gibi öncü lider ve bilge kişilerin ölümlerinden sonra, ilerleyen zaman içerisinde bu kişilere duyulan sevgi ve saygının Allah ile kendileri arasında bir aracılık yapacaklarına olan bir iman türüne ve ne yazık ki batıl bir inanca dönüşmesiyle ortaya çıkmıştır.
Daha sonraları, değişik simgelerle somut hale getirdikleri bu bilge ve liderlerinin heykellerini mabud edindikleri görülmektedir. Putperestler, lider ve bilgelerinin, ata ve dedelerinin isimlerini heykellerini dikip ilah gördükleri putlara vermişlerdi. Vedd, Suvâ', Yeğûs, Yaûk ve Nesr adındaki kimselerin heykellerini meydanlara ve mabedlere dikip onlara önceleri sadece sevgi, ardından saygı duymuş ve zamanla onları kutsamışlardı. Sonradan gelen nesiller bu heykellere baba ve dedelerinin saygı ve prestijde bulunduklarını görmüş onlar ise bu saygı ve prestiji ibadete dönüştürmüşlerdi. Sonradan gelen nesiller ise ibadet ettikleri bu heykellerin ilah olduğuna inanmaya başlamış ve onların dışında rab ve ilah tanımamaya başlamışlardı. İşte Hz. Nuh kavmi, bu putların kendileri ile Allah arasında birer aracı/şefaatçı olduklarına inanıyorlardı.
Bu putlara yapılan ibadet, bunlardan duyulan korku ve beklentilerin aynı zamanda Allah'tan olduklarını zanneden bir inanca kapılmışlardı. Allah inancını zihinlerinin bir kenarında tutuyorlardı Ancak putlar da onların asıl ilahları idi. Putperestliğe kayan bu insanlar hayatlarında yaşadıkları sıkıntı ve zorluklara karşı bu putlardan yardım bekliyor, hep bu taştan heykellerin önüne geçip onlarla konuşuyor, isteklerde bulunuyor ve yalvarıp dua ediyorlardı. Bu putperest kavmin gözünde bunlar her meseleyi halledebilecek, her konuya güç yetirebilecek kudrette ve Allah katında ve nazarında sözü geçer bir değere sahip olabileceğine inanıyorlardı. İşte böylesi bir putperest kavme yüce Allah onları uyaracak peygamber olarak Hz. Nuh'u (as) gönderdi. Kur'an-ı Kerim bu olayı bize şöyle haber vermektedir:
"Gerçekten Biz Nûh'u kavmine "Kendilerine çok acıklı bir azap gelmezden önce kavmini uyar" diye (peygamber olarak) gönderdik. O da dedi ki: "Ey kavmim! Kuşkunuz olmasın. Ben, size açıkça (tebliğ etmek üzere) gönderilmiş bir uyarıcıyım. Allah'a ibadet edin. O'na karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Böyle yaparsanız umulur ki günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar geciktirsin. Kuşkusuz Allah'ın takdir ettiği vakit geldi mi, (artık o an) geri bırakılmaz. Keşke bilseydiniz." (Nuh, 71/1-4).
"(Ey kavmim), Allah'tan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben sizin için acıklı bir günün azabından korkuyorum demişti." (Hud, 11/26).
"Onlara Nuh'un haberini de oku. Hani kavmine demişti ki; Ey kavmim, benim makamım ve Allah'ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa (biliniz ki) ben, şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim. Artık siz, ortaklarınızla toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın. Sonra hakkımdaki hükmünüzü bana süre tanımaksızın verin. Eğer yüz çevirecek olursanız, ben sizden bir karşılık istemedim. Benim ecrim yalnızca Allah'a aittir. Ve ben müslümanlardan olmakla emrolundum." (Yunus, 71-72).
Diğer bütün peygamberlerde olduğu gibi Nuh (as) da, çeşitli yönleriyle şirk bataklığına düşmüş olan toplumunu bu bataklıktan kurtarmak için tevhid inancını insanlara anlatmak üzere gönderilmişti. Tevhid inancını anlatırken öncelikle Allah'ın ayetleriyle anlatmak, İslamî tebliği yaparken yalnızca Allah'a dayanmak ve Allah'ın dinini tebliğ ederken karşılık beklememek, insanlardan herhangi bir maddi istekte bulunmamak ve İslâm'a tam anlamıyla teslim olmak gibi hususları ilke olarak belirlemişti.
Nuh (as), kavminin içerisinde bulunduğu sapıklığı gidermeye çalışırken, ne kendi düşüncelerinden hareket ediyor, ne de başka bir davadan bahsediyordu. O, yoldan çıkmış Allah'ın vahdaniyeti inancını terk etmiş bir kavmi iman etmeye davet ederken başka bir amaç veya hedefi de gözetmemiştir. O, sadece kavmine Allah'ın ayetlerini hatırlatıyor, Allah'ın emir ve yasaklarını izah etmeye ve insanları bunlara uymaya çağırıyor, Allah'ın ayetlerinin öngördüğü yaşama tarzını benimsemelerini istiyordu.
"De ki, işte benim yolum budur. Bir basiret üzere Allah'a davet ederim, ben ve bana uyanlar da. Ve Allah'ı tenzih ederim ben müşriklerden değilim." (Yusuf, 13/108).
Hz. Nuh (as) söz konusu daveti yaparken tek tevekkül edip dayandığı güç ve kudret yalnız Allah ve onun güç ve kudreti idi. Bu zalim kavmin yöneticilerinin kendisine revâ gördükleri musibetler, zorluklar ve engeller karşısında sadece Allah'a sığınıyordu. Bunun için Nuh (as) ile başlayan ve diğer bütün peygamberlerin davet ettikleri kimselere sürekli kullandıkları ve tekrarladıkları sözleri vardı: "Ben sizden herhangi bir karşılık beklemiyorum, yaptıklarımın (ve sizden çektiğim sıkıntılrımın) karşılığını Allah verecektir." Peygamberlerin kavimlerine söyledikleri bu sözleri onlar için genel bir prensip olmuştur.
Nuh kavminde şirkin yanı sıra görülen diğer bir davranış ve hayat felsefeleri, toplumca yönetici, bürokrat ve halk olarak zalim olmalarıdır. Kendilerinden başka toplumlara zulmettikleri gibi, Hz. Nuh'un davetiyle İslâm'ı kabul edip Rasule iman etmiş mazlum müminlere de büyük zulüm işkence ve her türlü haksızlıklarda bulunuyorlardı. Kur'ân-ı Kerim onların zulmünü şu ayetle anlatıyor: Onlar daha zalim ve daha azgın idiler." (en-Necm, 53/52).
Bir diğer davranış ve anlayışları da, inanç ve amellerdeki sapmalarıyla fıska düşmeleriydi. Nuh kavmi, Tevhid inancından uzaklaşarak, Allah'la birlikte başka pek çok mabud edindiler. Sonra da bu şirkin tezahürleri olarak ortaya çıkan amellerdeki fısk, onları tamamen bir küfür toplumuna dönüştürmüştü.
".....Onlar fasık bir kavimdi." (ez-Zariyat, 57/46); ".....Gerçekten onlar kötü bir kavimdi...." (el-Enbiya, 21/77); ".....Onlar kör bir kavim idiler." (el-A'râf, 7/64).
Hz. Nuh'un (as) Şirke ve Müşriklere Karşı Tevhid Mücadelesi
Kaynaklardaki bilgilere göre Hz. Nuh muhtemelen Irak bölgesinde yaşamıştır. Kur'ân'ın ifadesiyle 950 yıl kavminin içinde kalmış ve bu uzun ömrünü kavmiyle mücadele ederek geçirmiştir.
Nuh kavmi, tevhid inancına sahip bir toplumun kalıntısı olduğundan, tahrif olmuş bir dini anlayışlarına rağmen Allah'ın varlığına iman ediyorlardı. Sahip oldukları pek çok kötü özelliğe rağmen, bir gelenek olarak Allah'a olan inançlarını yitirmemişlerdi ve her şeyi yaratan ve her şeye malik olan mutlak bir kudretin varlığını kabul etmekle birlikte bu heykel ve putların da büyük şahsiyetler olarak onları kutsuyor ve kendilerini Allah'a yaklaştıracaklarına inanıyorlardı.
Ancak, Şeytanın kalplerine verdiği vesvese ve Allah'ın zat ve uluhiyetini yanlış algılamaları ve yanlış bir inanca sapmaları kendilerine olan mutlak güvenleri, onları putperest bir topluma dönüştürmüştü.
Nuh kavmi, ruhani varlıklara ibadet ederlerdi. Bu ruhani varlıklardan maksat, Allah'a yakın olan, gözle görünmeyen, ancak insanların hayallerinde yaşatabilecekleri varlıklardır, yani Allahın melekleridir. Onlar, kainatı ve gözle görünen varlık alemini yaratanı kabul ediyor, onun yüce ve kutsi bir varlık olduğunu, her şeyi bir hikmet üzere yarattığını itiraf ediyorlardı.
Yalnız, O yüce varlığı tanıyıp görmelerine güç ve kudretlerinin yetmediğinden, bu yönde zayıf ve aciz kaldıklarından dolayı, O azametli varlığa ancak ruhani varlıkların aracılığıyla yaklaşabilecekleri düşüncesindeydiler. Bundan dolayı da yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu bilge lider ve ruhani kişileri heykelleştirerek onlara tapmakla Allah'a yaklaşmayı ummuşlardı.
Allah da bu sapık düşüncelerinin yanlış olduğunu kendilerine anlatmak üzere peygamber göndermiş ancak iman etmeyip yaptıkları zulümler ve şirke düşmelerinden dolayı onları helâk etmiştir.
Kur'ân-ı Kerim, Hz. Nuh'un (as) kavmine risalet görevi ile gönderilişini ve görevin amacını şöyle açıklıyor: "Haberiniz olsun ki (halkını tevhid inancına davet etmesi için) Nûh'u kavmine gönderdik: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur. Allah'ın emirlerine karşı gelmekten (Allah'ın varlığına delalet eden bunca kanıtlara rağmen ona isyan etmekten ve bu yaptıklarınızdan dolayı da ahirette vereceği cezadan) hiç çekinmez misiniz?" dedi. (el-Mu'minun, 23/23). Bir diğer ayette: "Haberiniz olsun ki Biz Nûh'u kavmine (rasûl olarak) gönderdik. O da aralarında elli yıl eksik olmak üzere bin sene kaldı. Derken -onlar zulümlerini sürdürürlerken- tufan onları yakalayıverdi." (el-Ankebut, 29/14).
Elli yıl eksiğiyle bin sene…Yani tam dokuz yüz elli yıl. Böylesi uzun bir zaman dilimi boyunca bir peygamber, bir toplumla mücadele ediyor, onlara İslâm'ı anlatmaya çalışıyor ve fakat çok küçük bir grup dışında sözünü dinleyen ve iman eden kimse olmuyordu. Yenildiğini itiraf ederek bu zalimlerle aralarındaki düşmanlığın çözümü konusunda hakemliği Allah'a havale etmişti.
Allah, Mekke müşriklerinin ve onlardan sonra gelip de küfür içinde yaşayan ve bu küfürlerinde ısrar edenlerin Müslümanlara yaptıkları zulümlerin sonunun ne olacağını örneklerle anlatmak için peygamber kıssalarından örnekler getirmiştir. Bu da o günün müşrikleri ve günümüz inkârcıları için önemli bir uyarıdır. Burada Hz. Nûh'un (as) kavmi arasında "bin seneden elli yıl daha az" kaldığı buyrulurken 1000 yıldan 950 yılı için "sene"; fakat geri kalan 50 yıl için sene değil "عام âmm/yıl" tabiri kullanılmıştır. Bunun sebebi o uzun yılların büyük sıkıntılı ve ıstıraplı bir mücadele dönemi olması fakat son 50 yılda o zorba yöneticilerin tufanda sularda yok edilip boğulmasıdır. Bu son 50 yılın onlardan kurtulmanın getirdiği rahatlıkla dolu ve huzurlu yıllar olduğu ifade edilmektedir. Bu inatçı kavim 900 yıl iman etmesi için davet edilmesine rağmen inat edip küfür içinde yaşamayı ve cezaya çarptırılmayı tercih etmişlerdi.
Hz. Nûh'un kavmi ile başlarına gelen tufan olayı, bütün insanlık için her zaman ibret alınması gereken bir kıssadır. 900 yıl müddetle Allah'ın dinine uymaları için kendilerine yapılan çağrılara uymadıklarından dolayı yaşadıkları bu felaket, insanlık tarihinde çok farklı bir olay olarak ibret levhası şeklinde kalacaktır. Diğer 50 yılın ise imanın ve Hz. Nuh'un zafer yılları olarak bilinecektir. İslam davasına gönül verip İslam'ın yeniden yücelmesi ve İslam Medeniyetinin yeniden ihyası için mücadele eden müminlerin de sabırla direniş göstermeleri gerekmektedir.
Nuh (as) için geçen sıkıntılı 900 yıl nasıl geride kalmış ve sonunda iman galip gelip tevhid düşmanlarının yönetici ve ve onların peşine takılanlar sularda boğulup yok olmuş, sistemleri ve yönetimleri tarihe karışıp gitmişse Rasûlullah ile müminlerin Mekke'de gördükleri işkence ve sıkıntılar da sonunda zafere ve galibiyete dönüşecek, şirk yönetimi yok olacaktır mesajını vermektedir. İşte, Kur'ân'ın buyrukları olan bu peygamber kıssalarındaki her bir ibretlik olay Hz. Peygamber ve ashabının ve sonradan gelen müminlerin sabırla ve dikkatle bu durumları düşünmeleri ve Allah'a tevekkül etmeleri hâlinde her şeyin lehlerine döneceğini bilmeleri için anlatılmaktadır.
Hadiselere bakıldığında Hz.Nuh (as), bu zaman zarfında cenab-ı Allah'ın kendisini yükümlü tuttuğu görevleri gerçek anlamıyla yerine getirmek için risalet görevi bilinci ve sorumluluğuyla alabildiğince gayret etmişti. Çünkü Onun görevi söz konusu tebliğ ve vahyi insanlara anlatma konusunda yükümlülüklerini yerine getirmekti. İnsanların inanması veya toplumun ne olursa olsun ıslah edilmesi gibi bir hedefi ikinci derecede ve birinciye bağlı bir amaçtı.
Önemli olan, insanlara İslâm'ı götürürken, ilahi emirleri ve İslam'ın hükümlerini tahrif etmeden, bu hükümlerin önüne ve arkasına bid'at ve hurafeler eklemeden saf ve sahih bilgilere dayalı bir din anlatmaktır. Şüphesiz hidayet Allah'tandır, fakat kulların da bu hidayeti elde etmek için iradelerini kullanmaları ve imanı tercih etme bilinciyle hareket etmeleri gerekir. Onun için kullara düşen görev hidayet yollarını aramaktır. Hz. Nuh (as) kavmini tevhid inancına davet ederken onlara şu hususları tavsiye ediyordu: "Allah'a ibadet edin ve ondan sakının, iman edin ve takvadan ayrılmayın. Bana peygamber olduğum için itaat edin, Risalete iman edin, umulur ki Allah günahlarınızı affeder. İman ettikten sonra sonucu Allah'a bırakmalarını ve nasıl bir inanca sahip olmaları gerektiğini anlatıp öğretirdi.
Ancak, Hz.Nuh (as), insanları bu şekilde bir ve tek olan Allah'a iman etmeye davet edince, kavmi içerisinde bir grup İman etmişti. İman edenler, genel olarak servet, makam ve mevki sahibi kimseler değillerdi. Kur'ân'da mustaz'af olarak tabir edilen bu sınıf, genelde peygamberlerin çağrılarına diğer kesimlerden daha çabuk ve kolay icabet etmişlerdir. Çünkü, mustaz'afların (hakları ellerinden alınmış adaletsizliklere uğrayıp zayıf düşürülmüş kimselerin) iman etmeye yapılan çağrılara yönelmelerine çok engeller yoktur. Diğer yönetici, bürokrat ve krallarla hükümdarların iman etmeleri için yapılan davete icabet edip peygamberin getirdiği ilkelere itaat etmeleri kolay değildi. Dünya makamları mal mülk ve servete olan bağlılıkların terk edilmesi nefislere ağır gelmektedir. Ancak bu kesimlerden de hükümdarlar hariç servet ve makam sahiplerinden tevhid inancına gönül veren insanların da var olduğunu biliyoruz. Bu hükümdar çevrelerinin tümünün dünya ve dünya değerlerine bağlandıkları söylenemez. Nitekim İslâm ve tevhid tarihinde bu gibi mümtaz şahsiyetlerin olduğu da malumdur.
Peygamberlere karşı çıkmada sürekli olarak toplumun ileri gelen zenginleri bir başka tabirle Kur'ân'da sık sık sıfatları geçen mele' ve mutrafîn sınıfı hep ön planda görülürler. Bu grupların peygamberlere karşı çıkarken kullandıkları metod, öncelikle halkı, peygamberlere karşı kışkırtmak, sonra da halkı o peygamberleri terk etmeleri için tehdit etmek şeklindedir. Bu da kâr etmezse, bizzat kendileri harekete geçerler.
Ahmet Ağırakça