Son otuz yıldır Müslümanlar en çok İslamo-fobi hakkında konuştu. Konuşmalar dış basında ortaya çıkan yerli yersiz ithamların Müslüman dünyadaki iz düşümleri olarak şekillendi; daha doğrusu 'ecnebi' basındaki konuşmalar 'tercüme' edilerek Müslüman dünyada tekrarlandı ve çoğaltıldı. Fakat kısa zamanda sorun öteden beri süregelen 'din ve terakki' ilişkisine bağlanarak içselleştirildi: İki asır önce niçin geri kaldıysak, o nedenle nefret edilen varlıklar haline geldik şeklindeki bir düşünce, kaziyye-i müselleme gibi zihnimizi daralttı. Her ne yana dönse kendisini gözetleyen 'büyük abi' gözünde hata yapacağını düşünen bir çocuk gibi, hareket ve düşünce özgürlüğümüzü bu kadar daraltan başka bir kavram olmadı. İslam dünyasındaki 'batıcı' çevreler, 'biz size söylememiştik' dercesine –ki aslında hiç bir şey dememişlerdi- içten içe haklı çıktıkları gururuyla gezinde. Tartışmaların ana zemininde şu kanaat vardı: 'Dünyada İslam hakkında bir nefret dili var ve her geçen gün bu dil yaygınlaşıyor. Müslümanlar bulundukları yerlerde sevilmiyor, en kötüsü İslam ile terör arasında irtibat kurularak İslam'ın imajı tezyif ediliyor.'
Bu tartışmalar, sanki yeryüzündeki öteki bütün insanlar ve toplumlar birbiriyle dostmuş da sadece Müslümanlar sevimsizmiş gibi bir psikolojiyi hakim kıldı. Kök anlamlarından birisinin 'barış' anlamına geldiği bir dinin yeryüzünde nefret konusu haline gelmesi bütün Müslümanları görünüşte öfkelendirmiş olsa bile, derinden sarsmış ve üzmüştür. Bu sarsıntının sebebi ise ikna olmaktır: ithamlar bizi ikna etti ve bizi suçlayanlara hak verdik. İnsan duyguları içinde en zayıfı öfkedir: öfke kişiyi veya toplumu saldırıya karşı korurmuş gibi görünür, rakibe saldırır. Fakat öfkenin akabinde ortaya çıkan yorgunluk, insanın kızdığı şeyi benimsemesiyle neticelenir. Bu itibarla öfke bir mağlubiyetin habercisidir. Çünkü öfke insanın zayıf hallerinden birisidir: bir insan veya toplum kızmaya başladığında, güvenini yitirmiş, zemini kaybetmeye başlamıştır. Nitekim bu 'öfke' dilinin ardından gelen suçluluk duygusu Müslümanlara hakim olmuş, 'iftira' gerçek sayılmış, Müslümanlar birbirlerini ithama başlamıştır. Bunun en önemli göstergelerinden birisi 'gerçek İslam' ile Müslümanın yaşadığı din şeklinde ortaya çıkan belli belirsiz ayrımdır. Gerçek İslam ile irtibatımız koptuğu için yeryüzünde nefret edilen varlıklar haline geldik zannı, öfkenin neticesinde gelişen suçluluk duygusunun işaretidir.
İslama-fobi üzerinde gelişen konuşmalar, esas gündemi yitirmemize yol açtı. İşin en kötü tarafı bu oldu: sürekli savunmacı dille konuşmak zorunda kalmak, yeryüzüne ve hatta kendimize anlatabileceğimiz bir mesele bırakmadı. Bir zihnin sürekli savunmak zorunda kalması kadar talihsiz bir durum olabilir? Bu nedenle ortaya çıkan bütün tartışmalar 'güncel sorun' baskısı altında kalması hasebiyle malul ve akim hale geldi. Müslüman entelektüeller hemen her konuyu doğrudan veya dolaylı olarak bu soruna değinerek ele almak zorundaydı. Bunun dışına çıktığınız yerde 'ehemmiyetsiz' konularla ilgilenmek suçlamasıyla yüzleşirsiniz.
Doğrusu bu bakış açısının hakikatten uzak olduğunu söylemek gerekir. Her şeyden önce dünyanın bir barış ve sevgi toplumu olduğunu var sayarak sadece müslümanların sevimsiz olduğunu sanmak tam anlamıyla bir akıl tutulmasıdır. Meseleyi bu zeminden kurtarmamız çocuksu bir duygusallık etkisinden uzaklaşmak için zorunludur. Yeryüzü birbiriyle çatışan, kendi menfaatleri için mücadele eden, birbirini en basit nedenlerle öldüren insanların yaşadığı bir yerdir. Buna mukabil yeryüzünün her yerinde bu dünyayı daha iyi ve değerlerin hakim olduğu bir dünya haline getirmek isteyen insanlar da vardır. Her kim olursa olsun dünyanın bir kısmında düşman olarak algılanır ve onunla ilgili bir fobi oluşur: Dünyanın bütününü göz önüne alsak ve kim daha az seviliyor diye bir araştırma yapsak, bu araştırmadan İslam çıkmaz. İslam hakkında ortaya çıkan nefretle ilgili esas sorun, bu dili üretenlerin yeryüzündeki gücü ve etkinliğidir. Esas sorun burada olduğu gibi Müslümanların çelişkisi de buradadır. İslam'la ilgili 'nefret algısı' dünyanın bütününde değil, özellikle Avrupa ve Amerika'da yaygındır. Bu algıya en çok 'yaygın' demek lazımdır, yoksa herkesin böyle düşündüğünü söylemek akla hakarettir. Binaenaleyh böyle konuşmalarda düştüğümüz ilk hata yeryüzünü Avrupa ve Amerika'dan ibaret saymaktır. İşin en ilginç tarafı da bu bakış açısının bir bilinçaltını izhar etmesidir: Müslümanlar da yeryüzünün öteki kesimlerini Avrupa ve Amerika'daki gibi önemli ve değerli saymıyor. Buna ne kadar itiraz edersek edelim, herkes 'Avrupa merkezli' dünya fikrini kabullenmiştir. Dünyada İslam algısı dendiğinde gerçekte dünyadan değil, Avrupa ve Amerika'dan, hatta onun belirli –kanaatimce sınırlı- bir kısmından söz ederiz. Dünyayı daha geniş düşünmemiz gerçekçi bir düşünceye ulaşmak için zaruridir. Dünya iki kıtadan ibaret olmadığı gibi iki kıtadaki muhataplar da iki kıtanın yegane sakinleri değildir.
Meselenin önemli bir yönü de İslam nefreti söyleminin Müslümanlarca mazeret haline getirilerek iç kritik yeteneklerini yitirmelerine yol açmasıdır. Bu meseleyi de bir sonraki yazıda ele alacağız.